Geçen hafta aziz dostum Polonyalı Kasia ile mailleşirken bana bir film önerdi.
Midnight in Paris’i izle dedi. Ben aylardır film izlememiştim. Hatta en son hangi filmi izledim, ne zaman sinemaya gittim pek hatırlamıyorum.
Paris vs. Fransız ya, ben de olaya bu kadar sığ bakıyorum ya, heralde bir aşk filmidir, romantizm cart curt deyip geçiştirmiştim. Lakin öyle değil imiş.
Hayallerimizden konuşurken şöyle bir cümle kurdu bizim çılgın. Sen Türkiye’den bir süre uzaklaşmak, yeni yerler görmek, yeni insanlar tanımak istiyorsun değil mi? Ya da hayatında bazı şeylere özlem duyduğun için, o noktalara dönmek istiyorsun. Ne gariptir ki ben de Türkiye’ye gelmek istiyorum. Bu filmi izlemen lazım dedi.
İzledim, ve ağzım açık şu anda.
Ne yapmak istediğimi hala net bilmiyorum, fakat şu anda sabahlara kadar ingilizce konuşmak, hiç görmediğim bir ülkeden bir insanla tanışmak, yine yeni bir şeyler keşfetmenin heyecanına kaptırmak istiyorum kendimi.
Benimki eski zamanlara bir özlem değil. Bir şehre aşık olmak da değil. Ama bulanıklıkların arasında bir şeyler netleşiyor. Böyle uzaklardan hafif bir bağlama tıngırtısı çalınıyor kulağıma. O hep oturduğum nehir kenarındaki bankta kitabımı okuyorum. Yokuştan aşağı bir kez daha iniyorum. Soldaki derme çatma ne olduğunu bilmediğim, şimdi düşünüyorum da hiç merak dahi etmediğim kulübenin üzerinde duvar yazıları var.
Dali’nin İspanyol aksanlı mükemmel İngilizcesi de beni benden aldı, bu sebepten bu yazıyı ona ithaf ediyorum.