Yolculuğumuz başladı. Gece 1:30’da yatıp 3:30’da kalktım sanıyorum.
Her zamanki gibi aç olan Seçomeço peynir ekmekle karnını doyururken ben son kontrolleri yaptım. Şarj ettiğim bilgisayarımı ve telefonumu yerleştirdim. Yolculuk için aldığım pantolon çok bol gelince – amanın kilo mu verdim ne 🙂 – bavulumda bir son dakika kemer araması yapıp bulamayıp odamdan ikinci bir kemer daha aldım.
Bu arada Seçgin’in yolda acıkabileceğin, onca peynir zeytin ekmeğin, üstüne uçakta vereceklerinin, lounge’da yiyeceklerinin hesabını yapamayan annemle Zehra Teyzem benim sırt çantama atıştırmalık yarım kilo kadar leblebi, bir adet etibör, bir adet simit ve bir paket de çubuk kraker koydular.
Böylece yemek kaçakçılığında son noktaya ermiş olduk.
Teyzemlerin gelmesi ile havaalanı yoluna koyulduk. Bavulları verirken 23 kilo sınırındaki valizin 26 kilo gelmesi tabi benim gözlerimin faltaşı gibi açılmasına sebep olmadı değil. Neyse ki bir şey demediler. Zaten bir problem olsa orada açıp yiyecektik heralde.
Bu arada biricik kardeşceğzim Seçgin’in soruları başladı.. Bizim kerata ilk defa uçağa binecekti. Ben de engin tecrübelerimi Seçgin ile zevkle paylaştım elbet =) check-in nedir, tribülans olursa nolur, ne yapacağız nasıl kalkacak vs.
Ama bu bilgilerden ziyade Seçgin’in esas dikkatini çenek İş Bankası Lounge’u oldu.
“Buradaki yiyeceklerin hepsi bedava mı yani? “ sorusu ile bizimkisi tabağı doldurdu. İkinci kahvaltısını da yapmış oldu.
Bu arada neden hala bilmiyorum, benim Münih – Toronto boarding kartım Ankara’dan çıkmadı. Diğer 3 kişinin, Belma Teyzemin Alperin Seçgin’in çıktı, bir benimki çıkmadı. Hadi bakalım neler olacak diyerek bindim uçağa. Zaten bir aksilik olmasa şaşacaktım =) Benim kartımı da Münih’ten alacaktık.
Havalanlarındaki bu uluslararası bölgeyi çok seviyorum. Etrafta ingilizce konuşan insanlar, heyecanlı heyecanlı birbirlerine bir şeyler gösterenler. Kafasında acayip hint şapkası taşıyanlar, yarı cıbıldak gezen ingilizler, etrafa “haoaaa haaaa ” gibi garip ifadelerle bakan Koreliler… Bilmem, kendimi iyi hissettiriyor =) Sanırım bütün bir gün verseler oturup havalanındaki insanarı izleyebilirim. Müthiş keyifli bi ortam. Bunları yazarken aklıma Akifle Tampere’ye gidişimiz geldi. Banklardan birinde otururken Faslı bir amca gelmişti.
“İstanbülll really good” demiş, ardından Fas bisküvisi ikram etmişti bize. İngilizce bilmiyordu, ama birşeyler anlatmıştı =) Böyle tatlı anılar edilebilecek olası yerlerden birisi işte havalanları.
Bir de Münih’te, başka havalanlarında karşılaştığımız Türkler var. Siz de düşünüyor musunuz bilmiyorum, ben bir Türk gördüğümde benim Türk olduğumu biliyor mu acaba diye aklımdan geçiriyorum her seferinde. Ya da ne konuştuğunu anladığımı biliyor mu? Bilse bu kadar rahat konuşabilir mi? Yurtdışında Türk olmak, Türk görmek garip yahu..
Neyse yolculuğumuza dönelim.
Seçgin Ankara – Münih seferini yapan Lufthansa uçağında üçüncü kahvaltısını ederken, ben uyukladım, pek bir şey hatırlamıyorum o yüzden. Değişik bir omlet yedik gayet güzeldi.
Münih’e vardık, check-indeki ablamız bana epey yardımcı oldu. Öncelikle durumu anlattım, ailedeki herkes aldı ama benim boarding kartım yok, sistemde gözükmüyormuş dedim. Bazen special offer durumundaki biletlerde böyle problem olabiliyormuş. Sizin için Kanada’yı arayıp sormam lazım dedi. Ufak bir problem var dedi. Benim suratımdaki ifadeyi görmüş olacak ki,
“Don’t worry there’s nothing bad” diyerek beni teselli etti ablamız sağolsun. Bir yerleri aradı bir şeyler konuştu benim pasaportu bir kenara koyarak oturmamı, beni çağıracağını söyledi. Neyse ki bu adımı da problemsiz hallettik.
Sonra geldik Air Canada’nın güzide uçağında. Bu yazının ilk kısmını da zaten şu anda inişimize yarım saat kala yazıyorum. Air Canada mükemmelmiş. Uçağa binişimize gelelim…
Seçgin’i uçağa binmeden epey korkuttuk. Sana sorular soracaklar, neden geldin diyecekler. Belki ülkeye almayabilirler dedik. Önce bi ingilizce kendi çapında pratik yaptı =) “himm I wanna (dikkat edin want to filan da yok beyefendide hemen aksanı kaptı) I wanna visit my cousin yea” tadında bir pratikten sonra uçağa binmek üzere kapıya gittik. Uçağa binmeden de görevliler bizi bir ön sorguya çektiler. Önce teyzeme sordular, olay şu şekilde cereyan etti:
Görevli : Why do you go to Canada?
Teyzem: (Gözler ileri uzağa bakar, özet bir şekilde) visit
Görevli : How many days will u stay there?
Teyzem : Ten !
Bunun üzerine kadın daha da soru sormadı zaten.
Bana geldi aynı soruları bana da sordu. Kanada’da nerede kalacaksınız dedi, kuzenim var ama tam adresi kağıtta, isterseniz dökümanı çıkarayım dedim, kadın da teyzemden kapmış olacak ki cevap kısa ve net oldu:
-Çıkar !
Tabi terbiyemizi bozmadan paşa paşa çıkardık verdik.
Yemekleri muhteşem, yemeğin yanındaki kırmızı şarap daha da muhteşem. Sonra bir ara verdikleri fıstığımsı kuruyemiş de takdirimi topladı. “Molson Canadian” adında bir bira içtim, hafif içimi güzel, kutusu daha da güzel bir biraydı. Acaba kutusunu alıp götürsem mi diye de düşündüm ama kesin annem kızardı. Hala Finlandiya’dan getirdiğim Finlandiya Vodka şişesinin şikayetini yapıyor çünkü.
Sonlara doğru yediğimiz (yani az önce Molson Canadian ile yuvarladığım tavuklu güzel krep şahaneydi. Koltuğa entegre ekranda bir sürü kanal, bir sürü film, bir sürü müzik kanalı, uçağın güzergahı vs. vardı. Ben de çok ağır ingilizcesi olmayacağın tahmin ettiğim filmlerden başladım.
“How to train your dragon” u izledim, başarılıydı, anlaşılırdı. Daha sonra başka bir animasyon filmi, Rango’ya geçtim. Bir 15 dakika filan izledim ama film sarmadı. Sonra dışarıyı izleyeyim dedim, okyanus ve bulut görüntüsü başta güzel gelse de daha sonradan sıkıntı verdi. Bilgisayarımı açıp önce “The Hurt Locker” a başladım, beğenmedim “Groundhog Day” i izledim. İzlerken de yine filmde kendimden kesitler buldum.
Film her gün aynı güne uyanan bir adamın hikayesi. Ve ne yaparsa yapsın bunu değiştiremiyor adam. Ben de düşündüm her gün benzer işler, aynı insanlar =) Biraz kendime yorsam da güzel noktalar çıkardım. Bizim çakma film eleştirmeni Turgut olsa 5 filan anca verirdi sanırım, çok da müthiş bir film değil ama boş bi zamanınızda izleyebilirsiniz.
Bu 8-9 saat yolculuk işini inanılmaz sevdim. Bilgisayar önümde, ekranda istediğin filmler var, bilgisayarı takabileceğin priz var. Habire yiyecek içecek bir şeyler geliyor. Değmeyin keyfime!
Bıraksalar bir hafta filan uçağın içinde yaşayabileceğime karar verdim.
Toronto’ya indiğimizde pasaport kontrolüne girdik, görevli ile orada da kısa bir muhabbetimiz oldu.
-Kanada’ya ilk girişiniz mi hacılar?
-Evet ilk
-Kanada yazları güzeldir, size iyi eğlenceler diliyorum
-Türkiye’de bulundunuz mu hiç?
-Yok hayır
-Türkiye’nin de yazları güzeldir
– =) eminim öyledir. İyi eğlenceler, bol şans.
-Teşekkürler bro
Şu anda da Çağlar Abi’mi bekliyoruz. Havalanında oturuyoruz, bahsettiğim uluslararası ortamın tadını çıkarıyoruz. Şimdiden bu kadar yazdıysam önümüzdeki günlerde neler olacak merak ediyorum…
Beni izlemeye devam edin =)