Otobüs yolculukları benim için her seferinde ayrı bir heyecandır. İkram edilen kekinden tut da ne içeceğime karar verene kadar her biri ayrı bir macera…
Biner binmez bazı kurallarım vardır benim. Öncelikle öndekinin koltuğu yatırmasına karşı ortalama 1 saatlik bir savaş vermek. ”Tilki uykusu”nda uyuyarak verilen hiçbir ikramı kaçırmamak. Denenmemiş bir meyve suyu varsa denemek. Yolu izlememek. Televizyonda ne var diye göz atmak… Liste uzayıp gider böyle.
Yol değil 8, isterse 18 saat olsun, ben koltuğumu sonuna kadar arkaya yatırmam. Önce binince bir kontrol ederim, arkamda oturan yoksa oturur oturmaz yatırırım koltuğu, azcık. Beni biraz daha rahat hissettirir bu =) Oturan varsa yolculuğun ilerleyen saatlerinde uyuma moduna geçileceği sırada hafiften yatırılır koltuk. Ortam uygunsa arkadakinin izni alınarak. Yine de çok yatırmam. Fakat orta kapının hemen önündeki koltuksa hiç acımam, arkam boş sonuna kadar indiririm kolu.
Koltuğa oturduğum anda ön koltuk benim için dikkatle izlenmesi gereken sinsi bir düşmandır. “Caaaart” sesi ile her an tamamiyle arkaya yatabilir. Benim gibi temiz yüzlü akıllı uslu bi çocuk çıkıp da öndeki yaşlı teyzeye ya da hödük amcaya “Hoooop birader” diyecek cesarete sahip değildir. Hele ki gece yolculuğu yapıyorsak. Bu sebeple hemen pusuya yatılır. 30 derece kaykılarak oturmanın sonucu olarak dizler ön koltuğa yaslanır. Tecrübelerime dayanarak söylüyorum, genelde yolculuk başladıktan en fazla bir saat sonra ön koltuktaki yolcu koltuğunu yatırma ihtiyacı hisseder. Kendisi farkında olmasa dahi eli koltuk ayarına kayar. İşte o an topların atıldığı, savaş borularının çalındığı andır:
Hoooaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa !
Diz dayanır. Adam arkasına bakmaz. İtekler de itekler. Hafif bir yaylanma olur ama 10 cm’den fazla inmez kolduk (o da benim izin verdiğim ölçüdür). “Yahu bozuk mu acaba ?” şeklindeki soru işaretleri ile birlikte yaklaşık bir 2-3 dakika uğraşır. Sonra sular durulur, ama bu aslında en tehlikeli anlardan biridir. Haaah, tamam amca vazgeçti diyerek dizleri çektiğiniz anda oyunu kaybedersiniz. Aslında bu bir aldatmacadır. Ve koltuk yatırıldıktan sonra tekrar doğrultma şansınız da yoktur. Bir iki deneme daha yapar, emin olmak için bir 15 dakika daha bekledikten sonra dizler indirilir. Koltuk artık önümüzdeki 6 saat 45 dakika boyunca sizindir. (Not: Bir de mola sırasında adam kalktığında doğrultabilirsiniz, ama yine de düşük bir ihtimal.)
Ben kocaman bavullarla yolculuk yapan bir insan olmadığımdan bagaj konusuna pek değinemeyeceğim. Fakat bu sefer Denizli’den gelirken bağlamam birazcık problem oldu benim için. Nitekim onun için de ayrı bir bölme buldular, ben sağlam olduğuna emin olduktan sonra kendi ellerimle biricik bağlamamı yerine yerleştirdim. Koltuk savaşı bu sefer epey zorlu geçti, öndeki teyze gerçekten çok uğraştı bu sefer. Sonra bozuk diyerek bıraktı.
Şimdiye kadar dizimi dayadığım koltuklardan hiçbirinin sahibi arkaya bakıp da “kardeşim ne yapıyorsun sen?” demedi. Daha doğrusu arkasına dönüp de “yahu burada bir insan evladı oturuyor” diyerek dönüp bakmadı. Baksalar da cevabım, insan koltuğu yatırmadan önce bir sorar, içecek bir şey var mı acaba, üstüme bir şey dökülür mü, öyle cart diye indirilir mi vs. diye.
Genelde yanımdaki insanlarla çok muhattap olmam ben. Ha konuşmayı severim, muhabbet de ederim zaman zaman ama bazen karşınızdaki insan 6 saat boyunca susmayabiliyor. En son Alanya’ya giderken yanıma birisi oturmuştu, Manavgat’ta dans okulu varmış. Birader tam 4 saat kafamı şişirdi. Uyumak istedim uyuyamadım. Filmimi izleyemedim. Müzik dinleyemedim.
Güzelim yolculuğu berbat etmenin alemi yok. Koltuğa otururken selam verip kulaklıkları takmak bence en güzeli. Eğer tadında bırakacağını bilsem ben de yanımdakinin hayat hikayesinden bir tutam öğrenmek isterim, merak da ederim hani. Ama riske girmeye değmez sanıyorum. 1-2 saat olsa hadi neyse.
Gecenin bir yarısı uyanıp da boğazımın kuruduğunu farkedip su istemem çok olasıdır. Ama genellikle muavinin getirdiği suyla yetinemem. Daha fazlasını çeker canım. Yine de tekrar uzanıp o kırmızı ışığa basmaya, adamı tekrar çağırmaya utanırım. Bir bardak suyla yetinirim.
İkramları hiç geri çevirmem. Su versinler, meyve suyu versinler, içmesem bile çantaya atarım. Beleşçilik biraz benim doğamda var =) Hiç olmadı sallama çayı alır ertesi gün evde içerim. Yanımda fındık fıstık bulundururum acıkırsam diye. Öyle poaça imiş, börekmiş yer kaplayan şeyler almam.
Mola yerlerinde mutlaka iner dolaşırım. Genelde aldığım bir küçük Bolçi olur, o da bazen. Hediyeliklere bakarım, lokumlara bakarım. Sucuk dönerlere bi ağzımı sulandırır, tekrar otobüse dönerim. Otobüse de her seferinde acaba geç mi kaldım diyerek döner, 15 dakika otururum. Çünkü başlangıçta bu sefer inmeyeyim derim. Nitekim yine inerim. Kaç dakika kaldığını bilemem. Otobüsün yerini bilsem dahi plakaya bakarım. Plakaya baksam dahi önümdekinin, arkamdakinin yanımdakinin eşyasına binince tekrar bakarım, acaba yanlış otobüse mi bindim diye. Emin olmadan oturamam.
Değerli eşyalarınızı bırakmayın derler, bırakırım. Çantam, içinde bilgisayarım, cüzdanım, fotoğraf makinem, harici diskim, kitabım, saatim, hatta telefonumu bile bırakırım.
Otobüste telefonda konuşmayı da, telefonda konuşanı da sevmem. Arayan olursa hızlıca niyetini öğrenir, inince tekrar ararım.
Hayatta önümdeki ekrandan yol izlemem. Ya da en öne oturayım yola bakayım demem. Uyurum =) bir güzel uyurum. Bazen yolun 7/8‘ini uyur kalırım. Rahmetli dedem “Benim otobüs Afyon’dan geçmedi” dermiş hep, Denizli’den Ankara’ya gelirken. Ben de ona çekmiş olmalıyım ki zamanı en güzel şekilde değerlendiririm. Aman şoför düzgün kullansın, ben tedirgin olurum gibi huylarım yoktur. Sanki müdahale edecekmişim gibi pimpiriklenmem =)
Bir başlarsam kitabı uzun süre okurum, ama bazen de şu kitabı bitireyim diye biner, hatta koltuğuma oturana kadar bitireceğime emin olurum, sonra da elime almam.
Yolları izlemeye başlarım ama sıkılırım, uyuyakalırım. Yanımda yastık vazifesi görecek, yazınsa beni klimadan koruyacak bir polar mutlaka bulundururum.
Otobüs yolculuklarını severim. Aklımda hep gittiğim yere dair bir bilinmezlik, bir macera kafamı kurcalar. Bu yıllarca gittiğim anamın babamın memleketi olsa dahi böyledir. Hayatın monotonluğundan sıyrılmak için birebirdir otobüs yolculukları. Hem kendimle muhabbet ederim, hem yarını düşünürüm. Kim bilir geçen gün bana ne getirecek, kimleri gösterecektir.
Otobüs yolculuklarını severim. Gidip göreceklerim kadar, geride bıraktıklarımı da düşünürüm. Bir daha onları göreceğimden hiç şüphe duymam, ama bensiz geçecek iki günde neler yapacaklarını hayal ederim. Aynı anda iki yerde birden olamamanın hüznü, ilk defa göreceğin bir yerin sevinci karman çorman eder içimi.
Sen otobüsü seviyorsun diye, onun da seni sevmesi şart mı?
Bazen sevmez, ağlayan bebek sesleri, horlayan insanlar da olur elbet. Sevmezse seni, sevmez otobüs. Ve sevmediğini belli eder. Belki defalarca gittiğin koltukta o gece rahat edemezsin. Dizini dayasan olmaz, kafanı cama koysan tıkırdar, ayaklarını ağrıtır. Otobüsten inersin, bavulun en son çıkar bagajdan. Yine de buna rağmen severim otobüs yolculuklarını. Çünkü dönüşte de her seferinde bir özlem taşır. Kimi zaman ayrıldığın yazlığa, kimi zaman döndüğün çocukluğunun gri Ankara’sına. Bir şeylere özlem duymak, özlemek bence çok güzel bir duygu. İnsana tekrar yaşama, tekrar görme umudu verebilir kimi zaman. Hatta abartıp bu yazıyı çocukluğa özlem ile bağdaştırıp şunları söyleyebilirim: Bir otobüs şoförü olmak istediğin çocukluk günlerinin geçtiği şehre geri dönmek, her seferinde güzeldir. Otobüs seni sevse de sevmese de.
Behzat Ç’den bir alıntı yaparsak, İstanbul’a gitmenin, İzmir’e gitmenin en güzel yanı Ankara’ya geri dönmektir.
Ankara yolcusu kalmasın.