Kaptan’ın Seyir Defteri, Kayıt 0001
27 Ağutos 2012
Annemi sabah uyandırdım ve “Allahaısmarladık” dedim.
Yaklaşık 3 hafta önceydi. 10 günlük uzun bir ‘elveda’ yolculuğuna çıkmak üzere evden ayrılıyordum. İzmir’e gidiş biletlerini o gece almış, oradan da Denizli’ye geçmeye karar vermiştim. Sabahın bir köründe annemi uyandırıp haydi ben gidiyorum, görüşürüz diyerek evden çıktım.
Bu kadar basitti aslında. Deniz kenarına gitmek, birkaç gün güneşlenmek, yüzmek, yazlıkta teyzemlerle biraz vakit geçirmek, daha sonra bayramda da Denizli’de amcamları, halamları görmek istedim.
İlk başta hepsi bu kadardı. Daha sonradan farkedecektim ki bu yolculuk aslında İzmir’e veya Denizli’ye değil, daha çok benim iç dünyama yapacağım bir yolculuk olacaktı. Hep Paris’e gidecek oluşumdan dolayı ne kadar heyecanlı ve mutlu olduğumdan bahsederken, beynimin her bir hücresi ile insanlara veda ederken, bazı insanlara gerçekten son defa görüşürüz derken aslında pek de öyle olmadığını anladım.
İlk elveda turu İzmir’de Çağlar Abim ve teyzemlerleydi. Hayatımın şimdiye kadarki en büyük navigatörü Çağlar Abim ile hiçbir şey yapmayarak 3 müthiş şahane gün geçirdim. Dinlendim, eğlendim, güldüm. İstanbul’da zaten görüşecektik onlarla. Denizli’ye geldim. Cankurtaran Yaylası’nda bayram pikniğimiz vardı. İlk gün sadece rahmetli babannemin tarafı toplanmasına rağmen 104 kişiydik. Babamın 3 dayısı, çocukları vs. Yaşlılar, gençler, gelinler, çocuklar, yeni doğmuş bebekler, amcalar dayılar… Ardından Buldan’a geçtim.
Bu gezi süresince iki tane yeni doğmuş bebekle tanıştım. Birisi Denizli’de kuzenimin oğlu, bir diğeri de Buldan’da annemin kuzeninin oğluydu. ‘Annemin teyzesinin eski nişanlısı’ (hey maşallah ne tamlama yaptım) ile dolmuşta tesadüfen tanıştım. Aile için eski benim için yeni maceralara tanık oldum.
Annemin yengesine elveda dedim. Annemin iki teyzesini ziyaret ettim. Annemin dayısında kaldım. Yaş ortalaması 70 küsür olan bu insanlarla gerçekten çok güzel vakit geçirdim. Amcamlara elveda derken yengemin gözleri dolunca boğazıma bir şeyler kilitlendi.
Bu elvedalar sırasında kimi zaman gizlice ağladım, kimi zaman bazılarını bir daha hiç göremeyeceğimin farkına vardım. Çok üzücüydü her şey. Beni güle oynaya uğurlamalıydı insanlar, ben de hoplaya zıplaya gitmeliydim. Böyle olmamalıydı. Kafamda hep geride bıraktıklarım vardı.
Sonrasında İstanbul’a geçtim. Erasmus’tan ve üniversiteden dostlarımı gördüm. Kübra’ya ‘Paris’te görüşürüz’ deyince gözlerinden dökülen damlaları gördüğüm an hakikaten gidiyorum lan dedim kendi kendime.
Eve geldiğimde babamın bel ağrısının aslında ufak tefek bir şey olmadığını, sağ ayak bileğini hiç oynatamadığını farkettim. Bel fıtığı tekrarlamıştı. Doktora götürdüm, acil ameliyat yoksa bir daha ayağını hiç hareket ettiremezsin dedi. Bir doktora daha götürdüm, ameliyat olmazsan da yaşarsın, bu seni öldürmez ama hayatın boyunca ayağın böyle kalır dedi. Bir doktora götürsem mi diye düşünürken aslında boşa çabaladığımı farkettim. Şu anda bile şu satırları yazarken nasıl da bırakıp gidebildim diye düşünürken Ankara’daki son haftamı bu kafa karışıklığıyla geçirdim. Araba kullanamayacak olan babamı bıraktım geldim. Ne için diye soruyorum bazen. Kolunda sinir sıkışması olan haftaya ameliyat olacak olan annemi bıraktım geldim. Niye ki, çok mu gerekliydi gerçekten?
Bunun erasmus gibi bir dönem ya da iki dönem olmadığını, 2 yıllık uzun bir program olduğunu yeni farkediyordum. Bu öyle hoppala bir macera olmayacaktı benim için. Basit bir Adobe Flash update’i çıktığında bilgisayara bi bakıver sesi duyulmayacaktı evde artık. Bunları hep kafamın arkasında bir yerlere gömmüşüm, şimdi birer birer ortaya çıkıyorlar.
Son günlerimde önce Çağrı ve Sinem’e uğradım. Nişanlanmışlar. Düğünlerinde acaba burada olabilecek miyim diye sordum kendi kendime.
Bu yazıyı yazmamın birkaç gün ardından annemi tekrar sabahın köründe uyandıracak ‘Allahaısmarladık’ diyecektim.