Paris Günlükleri IX – Fransızca

Kaptan’ın Seyir Defteri
Kayıt 0009
05.12
Fransızca

Bu garip dili seviyor muyum, sevmiyor muyum hala çok emin değilim. Evet ufaktan bir sempati duymuyor değilim. Ama her zaman yaptığım Finlandiya-Fransa-Türkiye kıyaslamalarımın, ve en büyük hayal kırıklıklarımın en büyük sebebi Fransızca burada. Öncelikle Bilkentte 7-8 hafta kurs almam, A1’i başarıyla bitirmem beklediğim kadar işe yaramadı onu söylemem gerek. Biraz, çok çok az konuşabiliyorum, anlayabiliyorum zannederken buraya gelince farkettim ki, aslında hiçbir şey bilmiyormuşum. İlk haftalarda bu yüzden müthiş zorlandım.

Finlandiya’da iken, sağı solu süpüren adamlar, marketlerde çalışan genç insanlar, güvenlik görevlileri, polisler, tabi ki öğrenciler, postane görevlileri… Herkes ama herkes İngilizce konuşabiliyordu. Fransa’ya gelmeden önce beni çok uyardılar. Oradakiler konuşmaz dediler. Oradakiler bilmez dediler. Oradakiler bilse de konuşmaz dediler. Hatta ve hatta, oradaki Erasmus öğrenciler bile Fransızca konuşuyor dediler. Sonuncusuna “Yok artık çüş” gibi bir tepki vermeme çok az kalmıştı. Fakat geldim gördüm, hepsi doğru beyler bayanlar. Size bazı ufak maceralarımdan bahsedicem.

Fransa’ya öğrenci olarak geliyor iseniz, OFII denen bir pul almanız lazım, bu pul sizin uzun vadeli oturma izninizi bir nevi geçerli kılıyor. OFII’nin açılımı ise Göçmen ve Entegrasyon Ofisi. Yani adından da anlaşılabileceği üzere, sadece yabancıların gittiği bir mekan. Gelin görün ki, bu gerizekalı yerde bile insanlar sadece Fransızca konuştu benimle. OFII’den randevu almak gerekiyordu, belgeleri burada her şekilde postayla gönderiyorsunuz, posta kayboluyor, ulaşamıyor, ya da ulaşıyor ama bi şekilde kaybedip tekrar istiyorlar vs. Ben elden vereyim diye ofise gittim. Sırada uzun bir kuyduk vardı, pulu almaya gelenleri (ve pulu vermeden önce sağlık muayenesinden geçiriyorlar) pas geçerek güvenlik görevlisine gidip ingilizce, tane tane derdimi anlatmaya çalıştım. Adam tabi ki bön bön bakarak beni içerideki masaya yönlendirdi. İçerideki danışmamsı masada bulunan tombik teyzeye yine derdimi anlattım. Arkamda sandalyelerde, banklarda oturan 100 kişilik bir kuyruk. Kadın bana Fransızca cevap verdi. Tekrar ingilizce derdimi anlatmaya kalktım. Önce İngilizce, ardından Fransızca “Ben Fransızca çok iyi konuşamıyorum” dedim, arkadaki banklardan gülüşmeler geldi. Sanki çok acayip, çok ilginç ve komik bir şey söylemişim gibi. Ne oluyo lan size, esas siz komiksiniz, nası hiçbiriniz ingilizce konuşamıyosunuz, diyemedim. Çünkü desem de anlamayacaklardı. Kadına belgelerimi gösterdim, çat pat Fransızcamla ne dediğimi anlamadı, kağıdı görünce, haaa tamam sen öğrencisin, buraya gideceksin dedi. OFII’nin öğrencilerin başvurup randevu aldıkları Citè Universitaire denilen bir başka bürosu vardı. O günümü heba etmeyecektim. Hemen atladım metroya, ardından RER treni ile Citè’ye gittim. Baktım bir ton yabancı öğrenci, çinlisi meksikalısı afrikalısı. Süper dedim işte budur. 3 adet bank vardı. Sabırla beklerken başvuru standlarını gözlemledim. 3 stanttan 2 tanesi İngilizce’yi çat pat konuşabiliyordu, 3.sü ise hiç konuşamıyordu. Sadece İngilizce. Yareppim, nolur bunu bana yapma, 3. gelmesin bana dedim. 2. Standdaki çocuk da derdini anlatmaya çalışıyordu garibim, besbelli o da Fransızca bilmiyordu. Bir de ortalıkta koşuşturan bir kız vardı, yaklaşık 10 kişinin bulunduğu bu koca kayıt salonunda adamakıllı tek İngilizce konuşabilen bu kızımız, zaman zaman bir stanttan diğerine koşturup yardım ediyordu millete. En sonunda benim numaram okundu. Elbette ki, bahtsız bedevi misali 3. standa düştüm. Lakin şaşırmamıştım, diploma ile ilgili onca talihsizliğin ardından, bana 3. bayanın geleceğine hemen hemen emindim. Başvuru belgelerinde 10 adet şey yazmalarına rağmen hiçbirini almadılar. Sadece pasaportumu inceledi, fotoğrafları istedi. Ufak bir form doldurdu. Sanırım başka bir talepte bulunmadılar. Bana 1 ay sonrasına sağlık muayenesi için randevu verdi. Oha dedim, en erkeni bu mu? Evet. O tarihe kadar da zaten yurt dışına çıkmam yasaktı. Çıkarsam geri giremeyebiliyordum. Söylediklerine göre gümrükteki görevlinin keyfine kalmış bişeydi. Pulu almak, bu sebepten bayağı kritikti aslında. Kadın bana bir sürü şey anlattı, pul dedi, (bu OFII pulu değil, OFII’ye vermemiz gereken 56 euroluk, evlat acısı gibi koyan normal bir puldu), medikal dedi, bişeyler dedi de dedi. Ben en sonunda dayanamadım artık, diğer kıza el kol hareketleri ile yardımcı olması için çağırdım. Sağolsun gelip bana her şeyi açıkladı. Paris, seni yenmiştim bu kez.

Bir başka gün, sınıftakilerle çok dışarı çıkamayacağımı anladığımda, Erasmus buluşmalarından birine gitmeye karar verdim. Rahel adlı bir kız Erasmus buluşmasından önce biraz etrafı dolaşmak tanışmak isteyen olursa gelsin yazmış Facebook’a. Bu yeni kankam olacaktı bir süreliğine. Gittim, ingilizce konuşuyordu =)) İngilizce konuşan birini bulduğuma bu kadar sevindiğimi hatırlamıyorum. Ardından Ana ve Adnane (evet sonda e var, Faslı bir arkadaş) geldiler. Adnane İngilizce pek bilmiyordu, zaman zaman onun için Fransızca konuştular, zaman zaman benim için İngilizce’ye döndüler. Akşam esas Erasmus buluşmasını, şehirde yürümeyi, Montmartre’yi Picasso’nun evini, Dali’yi, Amelie’nin Cafe’sini çok merak ediyordum. Buluşma yerine gittiğimizde bi baktım, 50 kişi var, herkes Fransızca konuşuyor. Hatta bazıları, bunlar da Erasmusçu, ama sadece Fransızca konuşabiliyor. İngilizce hiç bilmiyor adamlar. Saygı bizden dedim. Birçok kişiye “haydi nereliyim tahmin et?” oyununu oynadım. Tahmin edebilen çıkmadı. Johann adlı organizatör, bize etrafı dolaştırdı, Bir çok yer anlattı. Ama hepsini Fransızca anlattı. Şok içerisindeydim resmen. Tamam Fransızlar konuşmuyordu, görevliler konuşmuyordu, sokaktaki adam İngilizce bilmiyordu. Ama Erasmus öğrencileri? Yok artık dedim, kabus olmalı bu. Rahel vardı, sağolsun o sıkılmadan bana çoğu şeyi çevirdi tek tek. Arada çat pat kelimeler yakalıyordum, ama hemen hiçbir şey anlamadım desem yeridir. Fransızca öğrenmem lazım dediğim gün o  gündü. Pes etmem ise bir haftayı bulmayacaktı. Not düşelim: Bu 50 kişi içerisinde tek Türk bendim dostlar. Tampere’deki, Allah’ın unuttuğu Tampere’deki 40-50 Türk’ün içinde bulunmuş ben, nereye giderse, hangi erasmus partisine katılsa Türkler ile karşılaşmış ben, Fransızca harici bir dil konuşabilmeye hasret ben, bu grupta tek kişiydim.

Dahası, 2 otobüs dolusu öğrencinin katıldığı, hepsinin bu 50 kişiden farklı olduğu Amsterdam Erasmus gezisinde, yine ben tek Türk olacaktım.

Dahası, Fransızca sınıfındaki tek Türk ben olacaktım.

Dahası üniversitede, binlerce öğrencinin olduğu koca UPMC’de hiçbir Türk ile karşılaşmamış, internetten kendi çabalarımla Begüm ve Yiğit isimli iki kişiyi zar zor bulabilmiştim.

UPMC’de, yani buradaki üniversitemde dil dersleri alacaktım nasılsa. Bunun için de ufak bir sınava girdik. Ben Bilkent’ten beri bir aydır hiçbir şeyi tekrar etmemiştim, ama tamamen unutmuş da değildim. Değerlendiren öğretmen de biraz farketmiş olacak ki, hepsini unutmamışsın, ama A2 üstü de senin için ağır olur dedi. Beni ortalarda bir yere yerleştirdiler. O gün öğrendim ki, bizim programda Fransızcası sıfır olan Gaurav ve Jose’nin haftada 7 saat Fransızca dersi vardı. Gaurav “Layyyyn buraya Fransızca öğrenmeye mi geldik, Data Mining çalışmaya mı?” derken isyanında son derece haklıydı. İleri seviye konuşabilen Sandra’nın 3 saat, Yusra ve benim ise haftada 5 saat dersimiz vardı. İyi dedim, öğrenebiliriz. Haftada 5 saat, makul. Öğrenmek zorundayız. Evet, gelmeden önce “Öğrenmeliyim, iyi olur” mantığında olan ben, geldikten 2 hafta sonra “Öğrenmek zorundayım” a dönüşmüştüm. Fakat 6 ağır master dersi, üstüne 5 saat Fransızca, ilerleyen 2 hafta içinde “Fransızca çalışmaya vaktim yok, öğrenmesem de olur!” a bırakacaktı kendini. Şu sıralar ise “Öğrenebilirim, yapabilirim” modundayım, geleli 3 ay olmuş.

Fransızca sınıfı benim içinbeklentilerle doluydu. Bütün derslerim sadece 5 kişi ile olduğundan, ve bütün bir sene sadece bu sürekli inekleyen bu 5 acayiple takılacağımdan, Fransızca sınıfı diğer insanlarla kaynaşmak, tanışmak, ve fransızca pratik yapabilmek için bir umut ışığıydı. Nitekim bu ışığın da sönmesi çok vakit almadı. Öncelikle izlediğimiz bir kitap yoktu. Her hafta bir konu üzerinden hoca fotokopi dağıtıyor, onun içinde geçen kelimeleri öğreniyorduk. Ne gramer kuralı gördük, ne zamanları doğru düzgün, tahtada sistematik bir şekilde işledik. Kendim o saatlerde kütüphaneye gidip çalışsam herhalde daha verimli olurdu. (Aslında buradaki diğer 6 master dersinin 5i için durum böyle). Sınıfta 2 iranlı, bir vietnamlı, bir çinli, 4 italyan, 1 bolivyalı, bir yunan, bir mısırlı, bir norveçli, bir afrikalı (nereli olduğunu unuttum), bir de hint vardı. Sınıfı benim için tuhaf, hem de çok tuhaf kılan ise şuydu : İtalyanlar sadece Fransızca konuşabiliyorlardı, ve Fransızcaları da (aynı sınıfta olduğumuzdan) benden süper über ileri derece değildi. İngilizce tek kelime bilmeyen bu adamlar, Fransızcası çok iyi olmayan bu adamlar, buraya gelmiş, bütün dersleri Fransızca alıyorlardı. İranlılar da öyle. Şaşkınlık içindeydim. Sınıftaki kız denilebilecek tek kız Alessia’nın İngilizce bilmemesi bir açıdan kazanç, bir açıdan kayıp oldu. İngilizce bilse muhtemelen daha yakın dost olup daha çok zaman geçirirdik. Lakin, böyle olsa idi, Fransızca pratik yapabildiğim çevremdeki tek arkadaşımı da kaybetmiş olurdum. Evet, İngilizce konuşamayan Alessia ile, zaman zaman ben İngilizce konuştum o yarısını anladı, zaman zaman o Fransızca söyledi ben yarısını anladım. Böyle saçma sapan bir iletişimimiz oldu =) ama Fransızcam ilerledi diyebilirim.

Kendimi geliştirmek için, baktım böyle olmayacak, bir haftalık tatilimde beni ziyarete gelen, Finlandiya’dan tanıdığım Fransız arkadaşım Lucille’e bana kitap almamda yardım etmesini söyledim. Cin Ali misali, Le Petit Nicolas serimin ilk kitabını okumaya başlamam böyle oldu.

Şimdilerde ise sokakta kendime İngilizce yasağı koydum. Markette, eczanede, yolda, önce kesinlikle Fransızca başlıyorum. Hatta geçen hafta apartmanı temizleyen teyze ile Fransızca muhabbet ettim. Sağlığımın nasıl olduğunu sordu bana, anladım. Ev sahibimi sordu, O yurtdışında yaşıyor dedim. Ben de ona sordum halini hatrını, pek bir sevindi =) O gün kapıyı kapatırken yüzümde kendimle gurur duyan bir ifade olduğuna eminim. Dünya için küçük, kendim için büyük, temizlikçi teyze için ise biraz daha büyük bir iş başarmıştım. Nitekim artık her girişimde selam veriyor bana.

Fransızca bilmemenin bir diğer dezavantajı ise, Fransızca arkadaş edinememek. Zaten İngilizce bilmemeleri, işi daha da zorlaştırıyor, veya o garip aksanları ile İngilizce konuşmaya başladıklarında, hangi dili konuştuklarını anlayamıyorsunuz… O yüzden bu görevi şimdilik erteledim. İlla Fransız arkadaş edineyim gibi bir kaygım kalmadı, çünkü en azından bu dönem böyle bir şey imkansız gibi. Birkaç insanla tanıştım, ama iletişim kurmamız çok çok zor görünüyor.

Son olarak, geleceklere tavsiye : sokakta bir şey soracağınız zaman “Excuse me” şeklinde, İngilizce değil de, “Excuse moi!” diyerek, ardından Fransızca dilinde “İngilizce biliyor musunuz acaba?” diye sorarsanız, insanlar kaçıp gitmeyecek, ve verecekleri cevap hep aynı olacaktır “a little” yani “biraz”. Ama bu a little’ı da “ö liüdl” gibi garip bir biçimde duyarsanız şaşmayın =) Şimdiye kadar, “tabi ki, nasıl yardımcı olabilirim?”, “elbette ingilizce konuşuyorum”, “tabi ?” diyen duymadım. Her zaman cevap “biraz” oldu.

Fransızca ile ilgili ilginç bulduğum noktalar :

  1.  Sayı Sistemi : 69’a kadar normal sayıyorsunuz. Sornasında sayılar şöyle devam ediyor, bazı örneklerle  :
    altmış-on (70), altmış-on-bir (71), altmış-on-beş (75), dört-yirmi (80), dört-yirmi-üç (83), dört-yirmi-on-yedi (97).
    Çok acaip di mi?   Matematik.
  2. Türkçe’ye zilyon kelime geçmiş. Not aldıklarımdan sadece bazıları :
    makyaj, atölye, burjuva, bürokrasi, pantolon, kravat, sükse, virgül, kabare, şifre, milyon, milyar, kare, butik, şarküteri, etajer, komik, tren, valiz, vitrin, kreş, hoparlör, normal, oryantasyon, navigasyon, lise, dansöz, şezlong, grev, konsey, …
  3. Kelimelerin yarısını okumuyoruz. Aslında bunu bir Türk olarak gelmeden önce Renault’u Röno, Peugeot’u da Pejo diye okuduğumuzdan çıkarmam gerekirdi. Ya da Champs-Elysees’yi Şanzelize diye söylemek çok acayip olmamalıydı. Cahillik işte. Les Halles var mesela Le Ayle” diye okuyoruz =)
  4. Son olarak da başa bela bir “e” harfi var. e tek başına ö diye okunuyo. Yanına r gelirse, -er olursa e diye okunuyo (cümle sonundaysa yine r’yi okumuyoruz), yanına n gelir -en olursa “an” diye okunuyo ama an burundan. Normal bizim Türkçe an kelimesi gibi değil, daha çok burundan inleme sesi çıkar gibi. Le yazılırsa Lö diye okunuyo, çoğulluk belirten Les olursa Le diye okunuyo. Çok acayip.
  5. Mert (Fransızca merde, ama okunuşu hemen aynı, sondaki t’yi çok vurgulamadan) bok demek afedersiniz. Taner de sanırım öyle bir şey. Bu isimde iseniz, bu ülkeye pek gelmeyin.
  6. İngilizce konuşmamalarının tek sebebi bence Milliyetçilik değil. Bence utanıyor adamlar. Bu kadar kötü konuştukları için, İngilizce konuştuklarında hiçkimse bunların “ööööööö” şeklinde uzatmalarından dolayı bir şey anlamadığı için, utanıyorlar. Starbaks yerine Starbüks dedikleri için insanlar gülüyorlar bunlara. Konuşmuyorlar değil, konuşamıyorlar resmen =) Ama bence Fransız aksanı en komik İngilizce aksan. onu da ekleyelim. Robert De Niro’yu, biz Türkler bile Rabırt diye okurken, bunlar Röber dö niro diye okuyorlar. Ülen bu adamın adı be, bari bunu değiştirmeyin.
  1. Güzel bir şey de yazalım bari. Birini özlediklerinde, ben seni özledim demiyorlar. Öyle bir kelime yok. “Ben sensiz eksiğim” diyor adamlar. Heyhat !

“Parlez-vous français ?”

12 Comments

  1. without kelimesine “wizaaauutt” şeklinde telaffuz ettiklerinde -eric cantona’dan duymuştum- kıllanmıştım zaten fransızların ingilizcesinden. ayrıca burhan altıntop videoları da nostalji yarattı şu anda kafamda 😀

    1. Wizaüt olabilir hatta o 🙂 bu arada adam bos konusmuyo onu da belirteyim, burhanin soyledikleri hep duzgun cumleler :))) ama alakasi tabi, tabi ki, hahah bu bir kek, nedir bu? Filan gibi seyler

  2. saygıncım robert de niro meselesini finlerde yapıyordu. “mita kuulu maria-lena?” şarkısını hatırlarsan george harrison ve beatles isimlerini yazıldığı gibi okuyorlardı 🙂

  3. Olm bence adamlar Ingilizce konusuyor ama telafuzlari o kadar kotu ki biz onlarin Ingilizce konustugunu anlayamiyoruz fransizca cevap verdi saniyoruz 🙂

  4. Geçen hafta sanırım.. Besançon dayız. (okunuşu Besanszoon).. Sen kalk koca şehirde Body Shop’da sular seller gibi ingilizce konuşan, Bodrumu görmüş Fransız satıcı kızla sohbet et… Kutupda çöl ayısı keyifi bu olsa gerek :))

    Arkadaş ne bahtsız adamsın sen 🙂 Burada Almanya da bile bunların ingilizce konuşabilen sürümlerini yolluyorlar… Bu arada 3 gün sonra Lyon’dayım yolumu kaybetmessem iyi olacak yoksa “ich habe Mert” demek zorunda kalacam..Oh shiit! Bu arada Fransız kız İngilizceyi konusaşamadıklarını söylemişti… Kendisi de eğer 8 sene kadar Londra’da kalmasaydı belki o de onlardan biri olurdu.. Durumunu çok iyi anlıyorum… Burada bugun ilk defa Almanca sohbetlere başladım biraz biraz. Ama sana bir önerim var. Dil dile değmedikçe lafı varya olum o gerçek lan. Bak bi değsin, learning curve’un tavan yapmassa ne olayım!

  5. hahahaha, güldüm.. Lütfen dalga geçmeyin fransizlarla 😀
    Bizim aksanimiz romantik bi aksan, ve fransizlar ingilizce konusmaz…. ( Napoleon ingiletere sirtini bosuna mi donmus ? )
    Neyse, Saygin dediklerimi unutma ” doucement ”
    Kolay gelsin sana !! öptüm. Fransadan tanidigin Nese.

    1. Dalga geçilmeyecek gibi değil ki Neşe =) Ayrıca benim sözüm Fransızlara, sen de tutup ‘bizim aksanımız’ demişisin yani ne kadar ayıp !

Leave a Reply

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.