Paris Günlükleri V – Oryantasyon (I)

Kaptan’ın Seyir Defteri
Kayıt 0005
30.09
Oryantasyon

Yazıları bir ay geriden yazıyorum, farkındayım. Aslında bunun epey de bir götürüsü var, bir çok hatıra çöpe gidiyor, unutuluyor. Ama yapacak bir şey yok. Hastayım, ve bu hafta inanılır gibi değil ama 35 saat dersim var. Hepsi de hardcore matematik içeren master dersleri. Neyse hikayemize dönelim. Bundan sonra her gün ufak tefek notlar alıp mümkün olduğunca daha sık yazmaya çalışacağım.

Lyon’da sabah Grigory’nin 10’da başlayacak olan oryantasyon için 7:00’de duş almasıyla uyandım =) Normalde bir kızın bir iki saat hazırlanmasına alışkınım ama bir erkeğin 3 saat önceden hazırlanması beni şaşırttı elbet. Daha da şaşırtacak olan olay ise birazdan geliyordu. Grigory’i görünce kendimden bir an şüphe ettim, acaba çok mu salaş görünüyorum diye. Adam son moda takım elbisesinin içinde adeta parıldarken bir yandan kravatını bağlıyordu (bu arada kravat da Fransızca’dan gelmiş). Ardından rugan ayakkabular geldi. Sonra diğer elemanlar Jose ve Gaurav’a döndüm, ikisinin de şaşkın bakışlarını ve kot pantalonlarını (pantalon da Fransızca) görünce gülümseyerek tişörtümü geçirdim. Gaurav (Hint), Grigory ve Jose (Meksikalı) ile beraber kahvaltıya indik. Karnımı tıka basa doyurdum, öğlen yemeğine gereğinden fazla para vermemek için =) Gaurav ile ülkesinden bahsettik. Hindistan’da büyümüş olan bu elemanın çok acayip bir hayatı olduğunu farkettim. Daha önce ‘Shut Up & Celebrate’ adlı bir yazı yazmıştım. Bu adam da oradaki karakterlerimden birisi olabilirdi aslında, işini seven, oha böyle bir teknoloji var hemen deneyip bloguma yazmam lazım filan diyen bi çocuktu. Hindistan’da liseye gelene kadar haftasonunun ne olduğunu bilmiyormuş. Çünkü adamlar her cumartesi okula (ilkokul, lise, ortaokul, üniversite) ve her cumartesi işe gidiyorlarmış. Adam cumartesinin tatil olduğunu Hollywood filmlerinden öğrendim dedi. Garipsedim. Benim aslında orada bir hayatım yoktu filan dedi =) Utandım. Şikayetlerime utandım. Sustum. Ardından çıkmak için hazırlandık.

Aslında epey heyecanlıydım. Sonunda uluslararası bir ortama girecek, aylardır facebook üzerinden haberleştiğim insanlarla yüzyüze konuşacaktım. Oryantasyona bir saat önceden gittik. Yolda giderken Slovakyalı Lukas, ve bir başka Mısırlı Ahmed ile de tanışmış olduk.

Sınıfın önünde koordinatörümüz Delphine’i beklerken diğer elemanlar geldiler. Önce Sandra’yı tanıdım. Bizim Paris’teki Sandra değil, bu Polonyalı güzelimiz, programdaki ikinci Sandra. Onunla da blog sayesinde gelmeden önce tanışmıştık. Ardından Barcelona takası yapmaya çalıştığım Venezuellalı Carlos geldi. Hepsi de benimle bir şekilde facebook, gmail, blog ya da başka bir kanaldan iletişim kurduklarından bekleyen 10 kişi içinde, sanırım herkes birbirine yabancı olduğundan ve biraz da tanıdık bir yüz aradığından selamlaşmak için bana geldiler. Birden çok gururlandım niyeyse =) Birkaç kişi eksikti. Mark, Brian ve Mulu henüz gelmemişlerdi. Aslında en çok Mulu’yu merak ediyordum

Maillere birkaç hafta sonra cevap veren, ya da hiç vermeyen, koordinatör olarak 50 yaşlarında beklediğim insan Delphine (niye böyle bir imaj oluştu kafamda bilmiyorum ama, programdaki herkes sonradan itiraf edecekti, bekledikleri minimum yaş 50, ve aksi bir kadındı) yerine kapıdan uzun boylu über tatlı 30 yaşlarında gülümseyen bir kadın girdi. Herkeste bir şaşkınlık oluştuğu yüzlerinden belliydi. Kendini Delphine olarak tanıtınca başka hiçbirimiz inanamadık. Biraz daha bekledik, ardından Lyon’daki profesör, aynı zamanda programın sorumlusu Prof. Zighed geldi. Adam keskin Fransız aksanlı ingilizce’si ile bize ufak bir intro verdi. Bu arada açıklamalar, program nedir ne değildir sürerken Mulu (Etiyopya) geldi, tıpkı resimlerdeki gibiydi adam 😀 süper bir gülümseme, şaşkın bakışlar. Brian (Uganda) ardından sınıfa girdi. Bizi birkaç gün içinde en çok eğlendirecek, en çok güldürecek adam. Kendimizi tanıttık. Adı Yandi Li olan Çinli eleman, kendisine Boris dememizi istedi =) Şu andan itibaren ona Boris diyoruz. Arpaporn adlı Taylandlı yemek eleştirmeni kızımızı Lin diye çağıracak, kalan herkese normal kendi adıyla hitap edecektik =) (Hakikaten yemek eleştirmeni, blogu var, her yediğinin de fotoğrafını çekiyo). Tanıtma sırası devam ederken Jaume kendini Katalan olarak tanıtınca kafamda her Türk erkeğinin yapacağı gibi Barcelona, Messi gibi şimşekler çaktı, birkaç saniyeliğine sınıftan manen ayrılmış bulundum.

Sabahki oryantasyon bir iki saatliğine bitivermişti. Bilmiyorum, birden inanılmaz mutlu hissettim. Sanki bağlamamı çalıyormuşum, ya da blog yazıyormuşum gibi. Bu da bana keyif veren şeylerden birisi işte. Tam olarak ne olduğunu anlatmam mümkün değil, ama böyle kültürel bi ortamda olmaya, insanlara kendimi anlatmaya, ülkemi anlatmaya, veya onları dinlemeye bayılıyorum. Erasmus’taki, Finlandiya’daki ilk oryantasyon gününü hatırladım. Yıllardır tanıdığım Marcus ile, Wiktor ile göl kenarındaki ilk tanışmamızı, aynı hisleri tekrar yaşıyor gibiydim. Delphine oryantasyondan sonra bizi Lyon 2 üniversitesinin diğer kampsüne götürdü.

Paris’e gelince bu Lyon 2, Paris 6 olayını daha net hissedecektim ama şimdiden anlatmakta fayda var. Benim buradaki üniversitemin adı UPMC (Université Pierre et Marie CURIE) Ama Paris’te herhangi birine UPMC’ye gidiyorum derseniz kimse bir şey anlamayacaktır muhtemelen, ülkenin en iyi okulu olmasına rağmen. Burada her okulun numarası var. Benim okulum Paris 6, Lyon’daki ise Lyon 2. Hala garipsediğim bir olay.

Lyon’da ‘course certificate’ dedikleri, öğrenci kartı olmayan, öğrenci belgesi de olmayan, ama bir nevi öğrenci olduğunun kanıtı olan kağıtları alacaktık ama henüz hazır değildi. Böylece günün geri kalanı bize ait oldu. Üniversite’nin kafeteryasında bir şeyler yerken birbirimizi tanımak için ilk fırsatı bulmuş olduk. Daha doğrusu, şunu çok net söyleyebilirim ki ben Brian’ı tanıma fırsatı buldum. Üzerinden henüz 10 dakika geçmişti ki, içimden bu adam Arda gibi kesinlikle diye geçirdim. Olumsuz manada değil 😀 Bazı insanların konuşulan her konuda, (her konu derken her konuda) fikir üretebilme, yorum yapma gibi kabiliyetleri oluyor. Mesela Carlos çok konuşkan, muhabbeti çok iyi bir adam, fakat Brian gibi değil. Anlatmak istediğimi anlatabildim mi bilmiyorum, sanırım bunun için Arda’yı tanımanız lazım. Yemeklerimizin bitmesine, üzerinden de bir saat geçmesine rağmen konuşmaya, hatta iştahla konuşmaya devam ettik. Sanki herkes etrafındakileri tanımak istercesine müthiş bir açlık içerisindeydi, konuşmaya katılmaya çalışanlar, fikir yürütenler… Konu ekonomiden girdi, dinden çıktı. Brian’ın ‘İslam aslında dünyadaki en mantıklı din’ demesiyle bütün gözler ona döndü. Açıkçası ben bile ne diyecek acaba diye merak ettim =) İnsanların bir çok bilmediği yönü, öldürmenin – dolayısıyla islami terörizmin – yanlışlığını, domuz etinin yasak olduğunu ama açlıktan ölmek üzereysen yiyebileceğini, ibadetleri vs. her şeyi benden çok daha iyi anlattı. Ki adam müslüman değil 😀 Bazı noktalarda ben de görüşlerimi belirttim. Brian’ı babası küçükken vaftiz ettirmemiş, git dinleri araştır, hangisini istiyosan ondan ol demiş. Şu anda neye inandığını bilmiyorum, ama bir çok konuda olduğu gibi, bir çok dinle ilgili de fikri var. Dil konusundaki muhabbetimiz de çok ilginçti. İspanyolca’da bu kadar arapça kelime geçtiğini, Ukrayna’da sabah tanımadığın biriyle uyandığın zaman kız saat kaç diye sorarsa aslında gitmeni istediğini, Hint dilinde nasılsın demeyi, Venezuella, İspanya, ve Meksikalıların birbirini anlayabildiklerini, fakat İspanyolların Katalanca’yı anlayamadığını ve daha bir çok şeyi öğrendim.

Brian – Boris – Grigory – Carlos – Jaume

Genel çoğunluk Notre Dame Basilika’sına gitmeyi istedi. Ben aslında bir gün önceden gitmiştim, ama tekrar gitmekte, bu insanlarla kaynaşmakta elbette bir sakınca görmedim. Böylece iki gruba ayrıldık, dünkü kızlar, Gaurav, Shalini (Bir başka Hint), Lin (Tayland), Myriam (Türkçe konuşan Meksikalı) başka bir yöne dağıldılar, biz de basilikaya gittik. Amacım her zamanki gibi, daha çok yer görmek değil, daha çok insan tanımak, daha çok hikaye dinlemekti. Günün sonunda ne kadar doğru bir karar verdiğimi anlayacaktım. Bir de yolu bildiğim için, Carlos’un da GPS çok stabil olmayınca ben götürdüm basilikaya.

Ardından Lyon’un en büyük parkı olan Parc de la Tête d’Or‘a gitmeye karar verdik. Herkes içecek bir şeyler aldı, ben de son birkaç aydır tadına varabildiğim pembe şarap dediğimiz rose vine’dan ufak bir şişe aldım. Herkes aynı reyondaki şişelerden birini kaptığı için sanırım Boris de aynısını yaptı. Çıkınca Sandra’nın ‘Aaa Boris şampanya mı aldın’ demesiyle adamın şişeye bakıp bir şaşırması bir oldu. Fakat çaktırmadı =) Evet diyerek gülümsedi. Sanırım şarap aldığını zannediyordu, bunu bir tek ben mi farkettim emin değilim, ama o gün o koca şişe şampanyayı sonuna kadar içti adam. Hem de termosunun plastik bardağı ile.

Park inanılmazdı, hepimiz yorgun argın olduğumuz için oturup dinlenmek, muhabbete devam etmek çok iyi gelmişti. Bu arada Brian ‘Saygın’ın blogundan haberdar olmayanınız var mı?’ diye sordu. Hiçbir parmak kalkmayıp, hepsi gülümseyince benim de yüzüme kocaman bir gülümseme yayıldı. Bir yandan da, şu anda bu satırları yazarken de farkettiğim gibi bu kadar kişi tarafından okunmak, özellikle de hayatlarını, hikayelerini yazıyor olduğum kişiler tarafından okunmak beni ister istemez kısıtlayacaktı. Biraz üşengeçlikten, biraz yoğunluktan, biraz da tam bu sebepten ingilizce bloguma hiç devam etmedim. Yazar mıyım ondan da çok emin değilim. Parkta hiç fotoğraf çekilmemişiz, o yüzden üzülerek buraya bir şeyler koyamıyorum. Keşke o güzel günden hatıra bir kaç fotoğraf çekseymişiz. Tam 4 saat Parc de la Tête d’Or‘da oturup muhabbet ettik. Polonyalı Sandra aramızdaki tek kızdı. Fakat her birimiz son derece kibar, sonra derece seviyeliydik 🙂 Herkes kendi hayatlarından bahsetti, oyunlar oynadık. Kahkahalar attık… Fransa’da daha önce bir yıl kalmış olan Carlos ile Sandra’dan Fransızların bize bakış açısını öğrendim, tabi bunu öğrenirken onların olaya bakış açısını da görmüş oldum. Akşam otele döndükten sonra o kadar yorulmuşum ki, günden kalanları not edip uykuya daldım. Ertesi gün banka işleri, kayıt işleri devam edecekti.

Sabah yine 10’da üniversitede buluştuk. Bu sefer bankadan gelen görevlilerle buluşacak, hesaplarımızı açtıracaktık. Benim bilmediğim nokta ise bu işlemin 3 haftadan fazla sürecek olmasıydı. Banka görevlilerinden Isabel bana biraz Daenerys’i anımsattı, gözleri, sapsarı saçları ile. Toplamda 3 görevli vardı, bir tanesi ingilizce konuşamıyordu. Tahmin edin ben hangisine düştüm. Ve bu ingilizce konuşamayan gerizekalı kızla yüzlerce kez mailleşmek zorunda kalacak, şifrelerimi isteyecek, 4 hafta sonra ‘Ev sigortanız isteğiniz üzerine iptal edilmiştir’ adlı mektubu bana neden yolladıklarını anlamaya çalışacaktım. Özetle, anlamadığımız, fransızca kağıtlar imzaladık. Herkes bize çok avantajlı bize özel bir hesap açtıklarını söyleyince inandık 🙂 Tamam dedik. Zaten vadeli hesaba filan para yatırmayacağım için çok da anlamı yok. Ardından yine 11 gibi bomboş kalarak bütün gün bize kaldı. Nasıl darmadağın bir oryantasyondu, bir güne sığabilecek bütün bu 3-4 günü neden böyle harcadıklarını anlayamıyordum. O gün biraz daha kalabalık bir grup halinde bu sefer nehir kenarında muhabbet ettik. Mesela şöyle bir oyun oynadık ki bu bir çok insanın kendi hakkındaki gerçekleri itiraf etmesine, hayatlarını deşifre etmesine yaradı. Hakkımızda iki doğru bir yalan söylüyorduk. Diğer insanlar ise hangisinin yalan olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Benimki şöyleydi

– Benim adım Hasan. (Herkes Saygın olduğunu düşündüğü için).

– Hayatım boyunca hiç sigara içmedim, denemek dahil

– İki kız bir erkek kardeşim var.

Carlos hemen atladı, hahaha hepimiz adının Hasan olmadığını biliyoruz diyerek. Ama bloga girip dikkatli okuyanlar H. Saygın ibaresinden, ve mülakatta bana sürekli Hasan demelerinden gerçeği farketmişlerdi. Myriam’ın bir çok Türk erkek arkadaşı olmasına herkes şaşırdı (ben dahil). Carlos üç şey söyledi, bir tanesi bir yıl içinde evlenecek olduğuydu – ki böyle bir yalan olmaz diyerek kimse üzerine atlamamıştı, fakat yalanmış. Jose’nin küçükken ölümden döndüğü bir hikaye dinledik. Boris’in ise (Hani Çinli eleman, şampanyalı) toplamda iki defa ‘çıkma’ denen tecrübeyi edindiğini, fakat ikinci defa çıktığı kızın bundan haberi olmadığını öğrendik 🙂 Hayatım boyunca bu kadar güldüğüm günlerin sayısı azdır zannediyorum. O gün Lyon’da dolaşılabilecek hemen her noktayı dolaştık sanırım. Çok eğlendik, bir sürü fotoğraf çekildik. Akşam da bir lokantada yemeğe gittiler, fakat Lukas ben ve Grigory odaya dönmeye karar verdik. Hem bir yemeğe 20 euro vermek istemedim, hem de henüz burs namına hiçbir şey görmüş değildim (üstüne ev kirası ve depozitosu, Lyon’da otel ücreti, tren biletleri vs. ödemiştim) . Sandviçimle birlikte mutlu mesuttum =) O gün bir yıl önceki öğrencilerden Mouhammed Ghuffran adlı bi eleman gelip bizimkileri bilgilendirecekti (daha doğrusu ben öyle zannediyordum). Ben ise otele dönüp, güzel bir duş alıp dinlenmeyi seçtim. Ne olduğunu anlamadığımız, oryantasyondan daha çok birbirimizle kaynaşmaya dönüşen bu etkinliğin bitmesine iki gün daha vardı.

Grigory – Carlos – Jaume – Lukas

1 Comment

Leave a Reply

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.