– Kaptan’ın Seyir Defteri –
– Kayıt 0007 –
– 25.10 –
– Yürümek –
Evden çıkıyorum. Kapıdan çıktığım andaki her şey yeni benim için. Etrafımda keşfedilmeyi bekleyen milyonlarca şey var. Dükkanlar, tabelalar, sokaklar, insanlar, binalar, nehirler… Evin yerini kafamda yer ederek rastgele sokaklara giriyorum. Her adımda işime yarayabilecek yeni bir yer çıkıyor karşıma. Dükkanlara girip çıkıyorum, hiçbir şey almıyorum şimdilik. Sonra, diyorum kendime. Önce hepsini gezmeliyim. Vakit yok.
İkinci el kitapçı buluyorum, bir kitap 3 euro, ingilizce kitaplar da var. Üç tane kitabı verdiğin zaman bir kitap alabiliyorsun. Daha sonra aslında pek de okumayacağımı bile bile The Siege adında bir kitap alıyorum. Evin iki sokak ötesinde Boulangerie dediğimiz fırıncılardan var. Aslında bunlardan her yerde var. Vitrinlerdeki tatlılara, makaronlara bakıyorum. Daha sonradan her gün ekmek almak için buraya geleceğim. İlk birkaç hafta değişik baguette ekmekleri denemekle geçecek. Fırının hemen ilerisinde ekonomimi kurtaracak olan Dia var. Bizdeki DiaSA’nın aynısı. ev sahibimin tavsiyesi kulaklarımda yankılanıyor ‘Eğer Dia’da varsa oradan al, en ucuzu oradadır. Yoksa diğerleri’. Elimde iPhone’um – buradaki hayat kurtarıcım, en büyük dostum – fiyatları not ediyorum. Temel ihtiyaçlar : süt, yumurta, domates, peynir, zeytin, donmuş 4-peynir pizza, soğan, elma, cornflakes. Republique’e kadar bir sürü dükkan var, bu günlük bu kadar yeter diyerek dönüyorum. Yine yolda bisikletiyle, scooter’ı ile işe giden takım elbiseli insanları izleyerek. Evin hemen altında Cafe Leopard var. Bir gün buraya gelmeye söz veriyorum kendime. Ama nasılsa diyorum, bir sene buradayım. Elbet bir gün.
Okula gidiyorum, yine yürüyerek. Yolum Pont Sully adındaki köprüden geçiyor. Sağ tarafımda Notre Dame. O kadar güzel ki. Hava güneşli iken her şey çok güzel görünüyor zaten. Okula buradan yürüsem de yol şahane, Gare d’Austerlitz‘de inip inanılmaz güzellikteki Jardin de Plants‘tan da geçsem aynı. Manzaraya dalınca saatin farkına varıyorum, 10 dakika kalmış buluşmaya. Okul hemen karşıda görünüyor. İhtişamlı görünümüyle L’Institut du Monde Arabe binasının hemen yanında.
L’Institut du Monde Arabe
Okulumun adı UPMC, fakat kimse UPMC olarak bilmiyor. Herkes Paris 6 diyor burada. Paris 1 Sorbonne, en eski üniversitelerden. En meşhuru o sanırım. Paris 6 ise – şu anda Fransa’nın en başarılı okulu diyebilirim – bu okuldan zamanında ayrılmış, sonradan ayrı bir üniversite olmuş. Okulun içinde Paris koordinatörümüz Profesör Ganascia’yı arıyorum, ofisini bulmak çok zor, kampüs çok karışık, yarısı ise inşaat altında. Elimdeki kartvizit sadece LIP6 adlı bir ofisten söz ediyor, kime sorsam bilmiyorlar. Zaten farkediyorum ki ingilizce de bilmiyorlar, ya da herkesin bana söylediği gibi konuşmuyorlar. Anlayamıyorum. Kan ter içinde ofise geliyorum, zaten herkes gelmiş, beni bekliyorlar. Ganascia ile oryantasyonumuzu, diploma sıkıntılarımı sonra anlatacağım, bugünün konusu yürüyüş.
Dia
Dönüşte yine yürüyorum. İnternetim yok ama daha önceden Google Maps’e yüklediğim harita ile yolumu bulmaya çalışıyorum. İyi ki, diyorum iPhone var. Burada akıllı telefon hayat kurtarıyor. Dönerken Picard adlı sadece dondurulmuş ürünler satan bir mağaza çarpıyor gözüme. Buraya da girip fiyatları not ediyorum. Ertesi gün elimde bir yığın donmuş sebze ile eve dönerken farkediyorum ki, yarım saatlik yürüme mesafesinde 2 Picard daha var. Elimde girip çıktığım onlarca marketin fiyat listeleri, en ucuzun hakikaten de Dia olduğunu, sonrasında Carrefour’un geldiğini farkediyorum. Meyve hala çok pahalı, elmanın kilosu markette 5 lira. Pazar bulmam lazım diyorum.
Bastille
Ganascia ile oryantasyonun ve diploma çilesinin ardından okuldan dönerken Bastille adlı meydandan geçiyorum. Güzel bir anıt var ortasında. Hemen bir instagramlık fotoğraf çekmeyi unutmuyorum elbet =) Rue de la Roquette benim eve doğru uzanan cadde. Burada gördüğüm en renkli en canlı cadde. Sonraki bir hafta boyunca, diğer yollar değişse de okula her gün bu caddeden yürüyerek geçiyorum. Ve inanır mısınız, her geçtiğimde, bugün şu satırları yazarken geleli 54 gün olmuş, hala her gün yeni bir şey görüyorum. Buradan geçtiğim bir başka gün, tam da Metro’da bağlama çalmak için mail attığım gün, buradaki ulaşım birimi RATP’nin müzisyenleri değerlendirdikleri stüdyonun önünden geçiyorum. Tesadüf.
Yine bir akşam elimde paketler, haftanın alışverişi, gülümsüyorum. İlk gün bütün marketlere girip hiçbir şey almamış olmama, sadece fiyatları yazmış olmama gülümsüyorum. Alışveriş yapmak çok keyifli. Ev alışverişi yapmak çok keyifli. Bu arada evde bulgur, mercimek, pirinç, kızarmış ekmek, corn flakes, şarap, ton balığı, turşu, zeytin, yumurta, baharatlar. Hatta baharat kutularının birinde anason var, ne için kullanılıyor anlamış değilim. Evimde yok yok, kahve makinam, ütüm, tarih öncesinden kalma çamaşır makinem, bulaşık makinem, ayna, şömine, yemek takımları, kaseler, bardaklar, tencereler, tavalar… Bir tek teflon tencere veya tava yok, mutfağa bir tek teflon tava alıyorum. Havlular… evde onlarca havlu, çarşaf, yastık, yastık kılıfı var. Şemsiye bile var yahu. Henüz o kadar yağmur yağmış değil.
İkinci el dükkanları keşfediyorum etrafta, ama şimdilik ihtiyacım olan bir şey yok. Dersim olmayan ilk hafta yürüyorum sürekli. Her yere, yakın uzak yürüyerek gidiyorum. İnanılmaz bir keyif var üzerimde. Her köşe başında yeni bir şeyle karşılaşıyorum. Aslında aynı gibi görünen tarihi binaların hiçbiri aynı değil. Bu şehir çok güzel. Yine Finlandiya ile onlarca kıyaslama yapıyorum. İnsanlar karşıdan karşıya kırmızı yansa dahi geçiyorlar. Gülümsüyorum. Işıklarda beklemek zorunda değilim. Biraz daha özgür hissediyorum, adımlarımı sıklaştırarak.
İnsanların belli bir tipi yok burada. Gördüğüm ülkeler arasında, sanırım bu kadar karışmış, zencisi, asyalısı, kızıl saçlısı, sarışını esmeri, müslümanı, hristiyanı… bu kadar karman çorman, bu kadar karışmış bir Avrupa şehri daha olup olmadığını merak ediyorum. Bu kadar gelişmiş bir ülkede sokakta bu kadar evsiz olmasını, yüzlerce dilencinin para istemesini, işsizlik oranını, bürokrasinin verdiği çileyi görünce hakikaten şaşırıyorum. Türkiye birçok konuda çok daha iyi buralara göre, diyorum bazen. Bazen de tam tersi.
Bunların her biri ayrı birer blog konusu. Nitekim yazamıyorum. Vaktim yok.
Yine de ilk günlerde sadece yürüyerek geçirdiğim günler için bir gıdım pişmanlık duymuyorum.
yalnız abi yaptığın reklamın haddi hesabı kalmamış… ya da yazdığın fransızca kelimelerin bazılarını ben marka ismi zannetmiş olabilirim 😀
Londra daha karman çorman gelmişti bana etnik çeşitlilik olarak.
hemşo benim yerime de bi Shakespeare and Company’e gitsene 🙂 ben gidemiyom sen gör bari 😀
Gittim gezdim gordum ustune kitap aldim