Kaptan’ın Seyir Defteri
Kayıt 0010
24.12
Velib
Başlamadan Not: sondaki video tamamiyle kendi üretimim, müzikler hariç. (Orhan Baba sağolsun)
Önceki gece sabaha karşı 4’te yatmış olmanın verdiği uykusuzlukla, yine telefonumun alarmını 5 dakika sonrasına erteliyorum. Hemen her sabah aynı geçiyor. Aslında önceki gece, sabah gerçekten de 8:30’da kalkıp duş alacağıma, sonra güzel keyifli bir kahvaltının yanına hazırladığım filtre kahve ile ayılacağıma, okula da neşe içinde gideceğime emin olarak yatıyorum. Belki, diyorum, omlet bile yaparım.
Gelgelelim sabah öyle olmuyor o işler. 8:30 önce 8:45’e erteleniyor saatimiz. sonra bakıyorum saate, arada 15 dakikalık bir rüya görüyorum, uyanınca kendime şaşırıyorum, rüya görüyordum ne çabuk 15 dakika oldu diye. Sonra 8:55’e kuruyorum saati. Farkettiyseniz, önceki erteleme 15 dakika idi, bu sefer 10 dakika. Biraz sonra bir panik uyanıyorum, Eyvah uyuyakaldım, dersi kaçırdım diyerek. Saate bakıyorum 8:54. Ohoo daha bir dakika varmış diyerek tekrar yatıyorum. Saat 8:55’de Game of Thrones alarmımız beni artık savaşa çağırıyor. 9:00’a alarmı kurarken ve hakikaten ama hakikaten bir rüya daha görürken artık duş saatinin geçtiğinin, 10:00 dersine yetişmem için kahvaltıyı da riske attığımın farkındayım. 9:00’dan sonra sadece ve sadece iki kere daha alarmı 5’er dakika aralıklarla tekrar kurup uyuyorum. Kalkış saati, 9:10.
Hemen her sabah Paris’te sabah ritüelim bu şekilde başlıyor. Odamı havalandırırken yine dökülen saçlar (bu hiç değişmiyo, sanırım ileride göbekli olmasa da kel bir mühendis olucam) bir gece öne umarsızca koltuğa fırlatılmış tişörtler, bir köşeden bana sırıtan günaydın diyen Fenerbahçe forması. Odayı toparlamalıyım, diyorum yine. Ama bilincindeyim, misafir gelene kadar, bir sonraki çamaşır ayinimize kadar o tişörtlerin en azından bir kısmı koltukta kalacak.
Dolapta yarım süt var, bakıyorum, kokluyorum önce. Koku normal. Bir yudum içiyorum. Problem yok. Ekşimemiş. Peynirlerde bunu anlamak mümkün değil, son kullanma tarihine güvenmek zorundayım. Çünkü zaten hepsi bir acayip kokuyorlar. Ama süt için şanslıyım ki böyle bir problem yok =) Ev sahibimin bana bıraktığı güzelliklerden biri olan Maple Şurup’tan azcık süte katıyorum, mısır gevreğimi karıştırırken bir tutam da kuruyemiş atıveriyorum içine. Sabah kahvaltımız hazır. toplam harcanan vakit 3 dakika. Sonra gıcırdayan parkelere basarak odama tekrar dönüyorum. Bu arada not düşeyim, tren gibi bir evim var. Evde 4 oda var. Hepsi de tren gibi, birbirinden geçişli. Aldığım ilk tişörtü geçiriyorum, altına iki kot pantolonumdan biri. Dişler fırçalanıyor, bu sırada banyodaki aynaya yazdığım o hafta ezberlenecek Fransızca kelimeler var. Tam göz hizasına yazıyorum ki, kaçırmak mümkün olmasın. Aynalara yazı yazıyorum, ev sahibim burada olup görse, heralde pek hoşuna gitmeyebilir.
Eğer çok çok çok geç kalmamışsam, bir ufak şişe dolusu filtre kahve yapıyorum kendime. Önümüzdeki 3.5 saat boyunca derste uyanık kalmama, ve hiçbir şey anlamamaya devam etmeme yardımcı olacak. Ufak pet şişeme kahveyi koyuyorum, çantama iki elma bir muz atıyorum. Bazen de bir meyveli yoğurt. Tek problem videokonferans sınıfında bunları yememize izin vermiyorlar. O yüzden 3 saatlik koca ders trafiğinin sadece 10 dakikalık arasında dışarı çıkıp bir şeyler atıştırmam için bunlar gerekli.
Geliyoruz okula gidişimize.
Okula gitmek ilk günlerde tam bir muamma oldu benim için. Ne yapsam ne etsem, nasıl gitsem emin olamadım. Önceleri yürüyordum. Yarım saat, sallana sallana yürür sağa sola bakar, azcık da yolu uzatırsam 45 dakika sürüyordu toplam yolculuk. Yürümek keyifliydi elbet, ama nitekim kar kış gelecek, yağmur yağacaktı, veya ben o çok sevdiğim sabah uykularıma, sabah ritüellerime geri dönecektim. Uyanamayacak, alarmı erteleyecek, geç kalacaktım. Okula gidiş için birkaç alternatif vardı:
1 – Yürümek : Google Maps 38 dakika diyor.
2 – Metro : Evim aslında okula harita üzerinde inanılmaz yakın. Ama metro ile iki hat değiştirmem gerekli. Yürüyerek 35 dakikada gidiyorsam, metro ile 30 dakikada gidiyorum. Evin hemen dibinde metro var. Aşağıdaki iki farklı hat için Google Maps 27 ve 29 dakika gösteriyor.
3 – Otobüs : Otobüs 17 dakika sürüyor. Fakat otobüs durağına yürümem 8 dakika. Bir de gidiş durağında sıkıntı yok, ama okuldan dönerken dönüş durağına da bir 8 dakika yürümek gerek. Sıkıntı.
Bunun için harita öneri yapmadı maalesef =) ama siz bana güvenin, 15-17 dakika.
4 – Trotinette : Bu zımbırtı, bir zamanlar bizde çok popüler olmuş, küçük çocukların sürdüğü alet. Bizim scooter dediğimiz, ama aslında scooter olmayan (çünkü o elektrikli motorsikletimsi olan şeyden) alet. Baktım burada takım elbiseli adamlar, hoş giyimli kadınlar bundan kullanıyorlar. Neden olmasın dedim. Başladım arayışa. Burada oturan ayağını kırmış olan İspanyol bir eleman kendininkini satışa çıkarıyormuş. Gittim aldım. Katlanabilir, büyük tekerlekli (yani çocuklarınki gibi oyuncak niteliğinde değil). Bir iki denedim, çok zevkliydi kullanması =) Aldım. Pişman olacağımı bile bile aldım. İlk bir iki hafta bununla gittim, sonra dayanamadım, son ve daim olan opsiyonda karar kıldım. Gelelim 5. opsiyona
(Benim Emektar yazasım geldi ama çok emeğini göremedik)
5 – Bisiklet : Hayır bisiklet almadım. Burada Velib adında bir sistem var. Bir istasyondan bisikleti alıp, diğer istasyona bırakıyorsunuz. İnanmazsınız, siteleri ingilizce 😀 Hatta yine inanmazsınız, ingilizce müşteri hizmetleri hattı var ayrı, (çok işlevsel değil, anlamıyorlar ne konuştuğunuzu ama olsun, var !) Bu sistem şöyle işliyor. Şehrin çeşitli yerlerinde Velib istasyonları var. Duraktan bir bisikleti alıp, kartınızı okutup, diğer istasyonlardan birinde yer varsa bırakıyorsunuz. Güzel dedim. İşte bu. Metroya gerek yok. Aşağıdaki resim benim eserlerimden.
Trotinette’i ilk aldığım gün, eve kadar 1 saat bu aleti sürerek geldim. Çok yorucuydu, bacağım müthiş kasıldı, ama yollar düzdü ve epey hızlı ilerleyebiliyordum. Yüzüme vuran rüzgar da müthişti. Tamam dedim budur. Cumartesi günüydü o gün. Pazar günü hem okula gidiş süremi ölçmek, hem de Trotinette maceralarıma başlamak için okula bununla geldim. 20 dakika sürdü. Kan ter içinde kaldım. (Nedense içimde bir ses bunun işe yaramayacağını söylüyordu.) Neyse dedim olmazsa satarım. (Satamayacaktım). O gün kafamdan bunları arındırmak ve biraz çalışmak, hafiften kaçmak üzere olan ipin ucunu yakalamak istiyordum. Üniversite’nin kapısından girerken Hooooop şeklinde bir ses beni durdurdu. Döndüm baktım, güvenlik görevlisi. Nereye gibi bir şeyler söyledi Fransızca. Ben de Biblioteque dedim, Kütüphane yani. Non dedi. Kartımı gösterdim, ben öğrenciyim la, ben giremicem kim giricek kütüphaneye dedim. Non dedi. Giremezsin. Beni çağırdı ofise, bir kart gösterdi, anladığım kadarıyla orada çalışıyor olmam gerekiyor girebilmem için. Öğrencilerin kütüphaneyi bırak, okulda çalışmıyorsa okula bile pazar girmeleri yasak. Güldüm. Katıla katıla güldüm. Adama anlattım böyle şey mi olur dedim. İngilizce anlatınca bir şey ifade etmedi. Sonra bir çocuk geldi, gençten. Aha dedim bu ingilizce biliyordur. Herhalde bir yanışlık var, kütüphane kapalı olur mu hiç beni almıyorlar birader, bir yardım eder misin dedim. Yoo kütüphane kapalı giremezsin dedi. Şaştım. Kan ter içinde sırtımda çantam ve bilgisayarımla geldiğim 20 dakika yolu, ilk defa oturup adamakıllı ders çalışayım çabalarımı bir güvenlik görevlisi, koskoca UPMC hayal kırıklığına uğratmayı başarmıştı yine. Trotinette’imle geri döndüm. Yine beni yenmiştin Paris. O gün ant içtim, bir daha “Ulan Paris, sen mi büyüksün ben mi?” demeyecektim 🙂 Eve dönünce ilk yaptığım şey duş almak oldu. O akşam Velib için internetten başvurumu yaptım.
Bu kullan-bırak bisikletlerin ise tek sıkıntısı, bazen boş istasyon bulamamak, istasyonun nerede olduğunu bilememekti. Fakat teknoloji buna da bir çözüm bulmuş arkadaşlar. bir iPhone uygulaması yapmışlar, hangi durakta ne kadar bisiklet var, ne kadar boş yer var, en yakın hangisi. Anlık bilgi veriyor. Okkalı bir küfür savurdum bunu görünce, “Vay a.q”, dedim. “Teknoloji ne kadar ilerlemiş!” =) Şimdi fiyatına geliyoruz. Öğrenci olarak yıllık aboneliği 19 euro. Toplam bir yıl, hepsi birden, her şey dahil 19 euro. Her kullanımda ilk yarım saat bedava. Zaten benim okula bisiklet ile gitmem 12 dakika sürüyor, hadi trafik kırmızı ışık, ortalama 15 dakika diyelim. Tek problem yer olmayabiliyor bazen, o durumda sonraki istasyona gidiyorum. Yine iPhone sağolsun. Eğer yarım saati geçerse, durakta yer bulamadıysanız istasyona kartınızı okutup 15 dakika ekstra alabiliyorsunuz. Yoksa 1 saate kadar 1 euro. Ama her yarım saatte bir bisiklet değiştirip, birini bırakıp diğerini alıp uzun yolculukları da beleşe getirmek mümkün.
Dönelim sabah ritüelimize. Apartmandan miniminnacık asansörüme binerek (2 kişi normal, sıkışırsanız 3 kişi olabiliyor) 4 kat aşağı iniyorum. Posta kutusuna bir heves bakıyorum sabah. Aslında postacı saat 11 gibi geliyor, farkındayım. Ama olur da biri bir şey bırakmıştır diyerek gözlerim o yarı karanlık kutunun içinde geziniyor. Genellikle Sushi ilanları, Japon ve Çin lokantalarının reklamları oluyor posta kutusunda. Nadiren bir kartpostal, belki 3 ayda bir mektup. Kapıdan çıkınca rüzgarı yiyorum suratıma. En yakın Velib istasyonuna yürürken su şişemdeki filtre kahvemi yudumluyorum. Bir ufak termos bardak almam lazım diyorum her seferinde. Bisikletleri kontrol edip, sağlam bir tane seçtikten sonra yola koyuluyorum. Aslında normalde bisiklet yolundan, veya en kötü araba yolundan gitmem lazım. Ama en kestirme yol Rue de la Roquette olduğundan, ve araba olarak ters yön olduğundan, bir de sabah kimse olmadığından kaldırmları kullanıp buradan gidiyorum. Hem burası çok canlı, renkli bir cadde. Bastille meydanındaki göbek en sevdiğim yerlerden, her sabah buraya gelince kocaman bir gülümseme yayılıyor yüzüme. İnsanlar koşuşturuyorlar. Hep koşuşturuyorlar. Burada cafe’lerde, o bir milyon cafe’de oturmayan insanların her biri bir yerlere yetişme telaşı içindeler. Meydanı geçip Henri IV’e dönüyorum, artık yolun yarısını geçtim. Seine nehrini geçerken köprüden her sabah olduğu gibi yine Notre Dame’a bir selam çakıyorum.
Bisikleti boş bulduğum durağa bırakırken, kırmızı ışıklarda yarısını bitirdiğim kahve şişemi çantama atıp ders yoluna koyuuluyorum. Sabah yolculuklarım çok zevkli, yalnız aşağıdaki videoyu bi yerden sonra sıkıcı bulmaya başlayacaksınız haberiniz olsun. Bir de sanırım Youtube yakında şarkıların telif hakkından dolayı videoyu kaldırır… Belkim Orhan Baba hatasız kul olmaz diyerek, pek bir şey demez, ama Travis’i bilmem.
Paris’teyim ülen diyorum kendime. Notre Dame’ı her sabah görmek bu yüzden benim için bu kadar önemli. Bu köprüden her sabah gelip geçmek, herkese nasip olmaz. Sıkıntılar var, hep olacak ama burada olmanın bir bedeli sanırım bunlar. İşte o iki heybetli kulesiyle Notre Dame’a bakınca hep bunlar geliyor aklıma. Gülümsemem, bazen buruk da olsa gülümsemem hep bu yüzdendir sabahları.
“Paris is always a good idea,” –Audrey Hepburn
‘Always’ de değil şimdi Audreyciğim. Ama fena da değil hani.