Ankara Gazimahallesi

Taşınalı epey oldu. Hala zaman zaman kendimi bir ‘Gazimahallesi sakini’ olarak nitelendiremesem dahi, sanırım buraya epey alıştım. Öylesine alıştım ki, Ankara’da başka bir yere taşınsam oturup ağlayabilirim.

Babam emekli olunca emekli ikramiyesiyle almıştık burayı. O zamanlar çok para idi, ben anannemde kaldığım bir akşam teyzemlerle gelip evi görmüş, aşağıdan ufak mutfak pencerelerine bakmıştım. Terası olduğunu bilmiyordum o zamanlar. Çok geçmeden bir heyecan bir gürültü aldık bu evi. O kadar güzeldi ki. Etrafta kocaman binalar yok. En yüksek bina 4 katlı, zaten 4 kattan sonrasına izin yok. Zamanında kendi elleriyle evlerini yapmış olan insanlar akşamları bahçelerinde çay içiyorlar. Sessizlik ve huzur. İnsanı yoran trafik gürültüsü yok burada. Böylesine sakin, huzurlu ve renkli bir mahallenin, İstanbul’da sürekli problemlerle anılan adaşının olması da ilginç bir tesadüftür elbet. Tren yolu var bir de.

İlk taşındığımızda ne zaman tren geçse göz göze gelip, mutlu bir surat ifadesiyle ‘Sen de farkettin değil mi?’ diye sorardık. Çok değil, birkaç haftada alıştık trenlere. Artık misafir gelince ‘Aaaa tren geçti!’ dediklerinde farkeder olmuştuk. İki sokak ötemizde upuzun tren yolu Gazimahallesi’nin omurgasıydı adeta. Yanındaki pek de araba geçmeyen yol boyunca bisiklet süren çocuklar, akşamları el ele tutuşup yürüyen yaşlı amcalar teyzeler. Mesela 90 yaşında olup bisiklete binen, tek katlı müstakil evlerinin bahçesinde onlarca sebze yetiştiren Adil Amca. 90 yaşında diyorum yahu. Mahallede Bulgar göçmeni tanıdığım ilk Adil Amca vardı, 90’ı bırakın, 19 yaşında bu kadar enerjik, bu kadar komik, bu kadar tatlı bir adam daha görmedim. Bir de bu kadar ‘hanımköylü’ =) Şahane bir semtti burası. Gazi Üniversitesi’ne yakınlığından ötürü epey bir öğrenci, çoğunlukla da emekli barındıran ufak bir yer. Ankara’nın göbeğinde, adeta bir kasaba havasında, herkesin herkesi tanıdığı bir sokaktaydık. Buradaki yaşlıların bile bir çoğu burada büyümüşler, her köşe başında inanılmaz hatıralarla kavrulmuş, yıllar geçtikçe alınlarına birer çizgiyi beraber çekmişlerdi. Fatma teyze vardı mesela, mahalledeki ilk dostumun arkadaşımın annesi, 60 yıl önce karşımızdaki evlerden birinde dünyaya gelmişti. Abdullah Amca vardı, mahallenin ilk fotoğrafçılarından. Miniminnacık evler, sessiz sakin güzel günler bizi bekliyordu.

Tek problem ulaşımdı burada. Merkeze bu kadar yakın olup, Gazi Üniversitesi’nin hemen arkasında yer alıp da bu kadar kısıtlı otobüs/dolmuş olması bütün yaşlıların dilindeydi elbet. Gazimahallesi’nden sadece Batıkent ve Eryaman otobüsleri geçer, onlar da hep ama hep ama hep dolu geçerdi. Ayakta tıkış tıkış gitmiyorduysanız, şanslı sayılırdınız. Herkes şikayet ederdi bundan, ama ben çok severdim =) Herhalde Dikimevi’nde otururken sürekli metroya binmekten, güneşi görmektense karanlıklara gömüldüğümden olsa gerek, otobüs dolmuş bana hep daha maceralı, daha zevkli gelirdi. Her sabah muavinle o bilet alış veriş ritüeli, müziğin sesi kulaklığından taşan asi gence ters ters bakan teyzeler, yanındaki kıza bir merhaba diyemeyen, ama otobüsün canımdan yansıyan görüntüden kızı kesmeye çalışan delikanlılar, okuldan çıkan, okula giden, okulu eken çocuklar. Car car telefonla konuşan ablalar. Otobüsler sanki hayatın içinden bir tiyatro gibiydi benim için. Hala da öyleler. Sanırım dışarıda insanları gözlemem, hayat hikayeleri ne, acaba şu çocuk sevgilisinden yeni mi ayrıldı da bu kadar üzgün gibi sorularım, sanırım Gazimahallesi otobüslerinde başladı. Liseden sonra bile bu alışkanlığım, daha doğrusu bu oyunum zaman zaman devam etti. Bu yüzden otobüse binmekten hiçbir zaman o kadar da ciddi manada şikayetçi olmadım.

Zaten mahalledeki ilk dostum Emre ile de bu otobüslerden birinde tanıştık. Bir akşam dersane çıkışı ‘Sen Yıldız’dasın değil m? ben seni hocanın yanında gördüm bugün’ diyerek yanıma gelmişti. Akşam bizim sokaktan eve yürürken ‘Ben size gelirim haftasonları ders çalışırız, sonra şuraya da gideriz, bunu da yaparız olmaz mı?’ diye sorunca gerilmiştim. Sonradan farkedecektim, burada insanlar süper samimi, inanılmaz sıcakkanlı, tertemiz yüreklerini anında açan insanlardı. Şu koskoca Ankara’da komşuların dahi birbirini tanımadığı apartmanlarda, bütün sokağın birbirini tanıdığı bir yerde oturmak çok büyük nimetti. Emre o zamanlar bana biraz aşırı gelmişti, ama şimdi sanırım ben de böyle oldum =) Bir dersane akşamı babası aldı Emre’nin bizi. Arabada bir süre sessizlik olunca muhabbet olsun diye ‘Sizin de Cebeci’de eczaneniz varmış, benim dedem orada çiçekçiydi’ demiştim. Rahmetli dedem ile Mustafa Amca çok eski dost çıktılar. Öyle ki Mustafa Amca annemin, teyzemlerin çocukluğunu dahi hatırlıyordu. Gazimahallesi beni şaşırtmaya devam etti. Emre ile koskoca bir hayatı burada beraber paylaştık, birbirimize dert yandık, üniversite sınavına bile hakikaten beraber hazırlandık.

Behzat Ç. burada çekildi, ilk defa sokakta ünlü görme hissini ben burada, kendi sokağımda yaşadım. İstanbul gibi değil burası, zırt pırt görmeyi bırak, insan ömrü hayatında belki bir kez uzaktan anca denk gelebilir Ankara’da. Behzat amirimden önceki yaz, Aşk Tesadüfleri Sever filmi çekildi. Önce ‘hayat hakikaten filmlerdeki gibi lan’ diye heyecanlandım, sonra yine hüsrana uğradım =) Filmde Mehmet Günsür’ün çocukluğunun geçtiği sokaklar, yollar, dükkanlar işte benim iki sokak ötemdeydi. Bakkala hala veresiye yazdırıyorduk. Hurdacı geçiyordu, sütçü uğruyordu. Ben üniversiteye başlamıştım, ama ilkokul hatıralarım Gazimahallesi’nde benimle beraber devam eder oldular.

Bu sırada bizim ev de değişikliğe uğradı elbet. Terasımızın yarısını ahşap görüntüyle kapattık. Şahane oldu. Ben yaptığım ilk 1000lik puzzle’ı buraya astım. Diğer yarısı da komşuların bahçesini aratmayacak şekilde yeşillikle doldu. Babamın bir dönem çiçekçilik yapmasının faydalarını burada gördük sanırım. Çilekler, güller, açelyalar, zehir gibi cin biberleri, maydonoz, hatta bir ara domates yetiştirdik. Benim boyuma yaklaşmış bir çam ağacımız dahi vardı, fakat annemlerin olmadığı, benim çalıştığım bir yaz onu bir köşede unutunca kurudu garibim. Ardından şimdi şu satırları yazdığım salıncak geldi. Sanırım şu güzelliğin eksik tek parçasıydı bu, şimdi tamamlanmış oldu. Ben dışarıda ne zaman gül görsem, uzanır koklarım. Bir çoğu kokmaz, hatta çiçekçiden aldıklarınıza parfüm sıkarlar – ki iğrenirim. Somon rengi güller çok güzel kokar, kırmızıların da bir kısmı. Bizim terastaki güllerin hepsi kokar. Bir de Melisa çiçeğimiz vardır, akşam olunca pencereyi açarız, bütün eve dolar o koku. Nasıl bir yoğun aromadır hala anlayabilmiş değilim. Babam her sene emek emek bakar, sular, ayıklar. Topraklarını değiştirir, çilekleri tane tane sanki kırılacaklarmış gibi toplar. Etrafı sular, serinletir. Sıcak yaz günlerinde  misafirimiz oldu mu akşam püfür püfür esen terasımızda ağırlarız. Çayların yanında ben bağlamamı ya da udumu çıkarırım. Önce herkes gibi bir iki eşlik eder, sonra muhabbete devam ederler =) Ben yine de arkada hafif fon müziği tıngırdatırım.

Ayşe teyze aşure yaptı mı hemen bize de getirir. Aşureye bayılırım. Sıcağına ayrı, soğuğuna ayrı bayılırım. Anneme de yaptırtırım. Komşulardan gelenleri tek tek tadar, kendimce bir sınıflandırma yaparım =) Eksik olan bir şey varsa da eklerim. Gülten Teyze (bu 90 yaşındaki göçmen Adil Amcanın eşi) ne zaman hastalansak bir şey olsa, böreğini çok seviyoruz diye börek yapar. Akşamları tren yolunun yanından Emre, Gökhan, Memin, Ece, Şule… o akşam kimler müsaitse yürürüz. Bir tur daha yürürüz. Günlük mevzular tükenmeye yakın dondurmacıda veyahut Sedir Cafe’de çay içerken buluruz kendimizi. Emre yine 124 kilodan 90’lara inebildiği için yesem mi yemesem mi çelişkisine düşer. Herkes bu sefer dondurma benden kavgası yapar. Nakitimiz yoksa Sedir’deki abi tamam sonra hallederiz der. Mahallenin diğer ucundaki teras parkta oturup akşam bütün sakinliği ve sessizliğiyle Gazimahallesini izlemek gibisi de yoktur. Kışın nasılsa kullanılmadığı için tuzlanmamış ara yolları, ve buz kesmiş tren yolunda kızaklarıyla kayan çocuklar, kardanadamlar, yazın seksek oynayan ip atlayanlar.

Mahallenin diğer kısmı ise Ankara’daki en güzel yere çıkar : AOÇ! Atatürk Orman Çiftliği. Yani kokoreç. Yani lezzet, yani takır takır bıçak sesleri, baharatlar, gecenin 2’sinde dahi upuzun kuyruklar. Çiftlik kokoreçi, çiftlik köftesi ve en en en güzeli de çiftlik dondurması. Türkiye’nin başka hiçbir yerinde böyle seri üretim dondurma yoktur, zannetmem. Yerken sütün o hakiki tadını alırsınız. Kokoreç kokusu 5 dakikada üstünüze siner, gece kokoreç kaçamaklarından sonra evde sizi ele verir. Böyle bir kokoreç de başka hiçbir yerde bulunmaz.

Hemen yanıbaşımızdaki ormanı, az ilerideki Ankara’nın tek hayvanat bahçesini, ormanın içindeki devlet mezarlığını, piknik yerlerini, kırtasiyesini, muhtarını, eczanesini, yılların süper süper süper marketi Halıcıoğlu’nı, Atatürk’ün Selanik’teki evinin buradaki birebir kopyasını, balıkçısını, hele hele her Salı günü kurulan, zeytincisini, domatesçisini, her bişeycisini tanıdığım pazarını saymıyorum bile.

Bir sonbaharda taşındık buraya. Kaç yıl önceydi unuttum. Ama doğduğum büyüdüğüm bu şehirde keşke çocukluğum geçseydi dediğim yerle lisede tanıştım. Yılmaz Erdoğan şiirindeki gibi yaşadım buraları ben :

Ankara’ya öyle yakışırdı ki kar…
Asfaltlar ışıldar…
Yalanlar…
Şimdi ve sonra ne zaman Ankara’ya kar yağsa
Elim gönlüm,
Çocukluğum buz tutar.

1 Comment

Leave a Reply

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.