Koşmak

Arabadayız. Annemle rutin bir katarakt sonrası göz kontrolüne gidiyoruz. Ben her zamanki gibi yön özürlü olduğum için ara sıra kaybolarak, bazen telefondan navigasyona bakarak ikimiz bi şekilde yolumuzu buluyoruz. Annemi indiriyorum, değnekçilere para vermeyeyim diye Tunus Caddesi civarlarında park yeri arıyorum. Bilkent servisinin hemen ilerisinde. Dünya Göz’ün yukarısı. Son Tunus servisi ile okula dönmelerimiz, Tayfun Abi’nin her Cuma o son serviste sarhoş oluşu geliyor aklıma. Bu çakallara vereceğime … diyerek kapalı otoparka koyuyorum arabayı. Arabanın da taksidi bitti bu ay. 3 yıl kredi, dile kolay. Annemi bulmaya içeri gidiyorum.

… (üç noktalar kopuk, hani kitaptan bir sayfa yırtılır ya. Öyle farzedin.)

Dönerken annem ‘Bu ne böyle eski eski şarkılar içim bayıldı. Hareketli bir şeyler aç bakayım’ diyor. Tamam diyorum. Elim direksiyondaki düğmede, bir sonraki kanala geçiyoruz. Orada da Cem Karaca var, düştüm mahpus damlarına, öğüt veren bol olur. Değiştiriyorum, Seçgin’in ‘cop cop’ diye tabir ettiğim müziklerinden biri. Radyo Fenomen, ne yeri ne zamanı, ama bırakıyorum şarkıyı. Kırmızı ışığa yaklaşırken frenle hafif hafif tempo tutturuyorum, annemi zorla dans ettirmek için. Beraber gülüyoruz.

‘Anne sen her gün karnıyarık yap, babam da şu patatesli yumurtasından. Ben her gün yerim’ diyorum. Karnıyarık enfes. Tadını alabildiğime şaşırıyorum. Bir yanda tezgahda dün halledilmiş kavanozlar var. İçlerinde Buldan fasulyesi, köyden alınmış eğri büğrü pembe domatesler, biberler. Bamya kavanozu patlamış, bozulmuştur diyor annem. Doğal olan şeyler işte böyle çabuk bozuluyorlar. Bir hava alması yetiyor kavanozun. Dengesi sarsılıyor tabi bitkinin.

Arabadayım, ışıklarda mesaj atıyorum. Bahçeli civarlarında, göbeklerden birinde. Bir gözüm telefonda, bir gözüm trafik lambasında. Seçgin de bu lambalardan birine girmişti iki sene önce. O zaman evde iki araba vardı. Kazadan sonra biri perte çıktı. Yarım saat diyorum. Sadece yarım saate evdeyim zaten. Sürmeye devam. Atatürk Orman Çiftliği’nde yine yollar kapalı. Her gün bir tarafı kapanıyor. Bilmediğim yollardan dönerken yol uzuyor da uzuyor. Yine nalet yön duygumsuz kayboluyorum. Bir şekilde yolu kokoreççilere çıkarttım. Şahane bir koku ama çok kalabalık. Bugün Cuma, ondan diyorum, ama Cuma olmasa da her allahın günü burası gece 2’ye kadar insan kaynıyor. Çok uzun değil kuyruk, hemzemin geçide doğru devam. Şu sıralar Ud ile artık hepsini çalabildiğim, söylemeye başladığım “Böyle Bir Kara Sevda” çalıyor radyoda. Ezel’deki Selma Hünel versiyonu değil elbet. Tanımadığım bir TRT sanatçısı olsa gerek. Bir bu parça, bir de “Mihrabım Diyerek”, bende çok derin izler bırakmış parçalar. Yavuz Hocamla çalmıştık bir keresinde. Acaba ne yapıyordur? Ankara’da ama görüşmedik, udumu da alıp gitsem mi bir gün ? Yol uzayınca yarım saati geçti. Allah kahretsin diyorum, neredeyse 50 dakika olmuş. Hava serin, ama sırtım ter içinde. Yolumu her kaybettiğimde böyle oluyorum. Klima da fayda etmiyor ki böyle durumlarda. Tişörtü de daha bugün giymiştim halbuki.

Koşuyorum. Gazimahallesine koşu yolu yaptılar. Adı da Efeler Koşu Yolu. Efe deyince tabi ki Ege gelir akla. Bizim Oğlan diyorum, bu akşam koşacaktın hani. Al sana fırsat, çık dağıt kafanı. Şortlar zaten çekili, artık önündeki Bilkent yazısı yavaş yavaş dökülmüş, mavisi en sevdiğim mavi olan tişörtümü de geçiriyorum. Düşünmüyorum. Koşmayalı, yani koşmak için koşmayalı belki iki yıl olmuş. Nefes nefeseyim ama çok da farkedemiyorum. Elele tutuşmuş bin yaşında amcalar teyzeler artık yürüyüş yolunda yürüyorlar. Bütün bir ömrü beraber geçirmişler. Her akşam çıkan bir çift var. Çift deyince garip geliyor aslında, ama öyleler. Teyzemin belli ki artık bacakları çok tutmuyor. Adını bilmediğim yaşlı amcam ise koluna girmiş, yarım saatte belki on adım anca yürüyorlar. Yine bu akşam oradalar. hızla geçip gidiyorum yanlarından. Solumda tren yolu, ışıklarıyla geceyi bölen hızlı trenler. Trenler hızlı, ama bizim mahallede hızlı gitmiyorlar. Yavaş yavaş, yolun yanındaki evleri titrete titrete selam verircesine uzaklaşıyor her biri. Her seferinde bir şey olmayacağını bile bile ‘acaba bir taş fırlatır mı geçerken?’ diye düşünüyorum. Ama zaten her seferinde ‘bir şeycik olmaz’ diye geçiştirmiyor muyuz her şeyi? Ya da ‘her şey yoluna girecek’ diyerek. Taş maş gelmiyor tabi, ben koşmaya devam ediyorum. Artık bacaklarımdaki kasılmaları hissediyorum yavaş yavaş. Bir aydır evde yatıyorum, çok hamlamışım elbet. Her akşam, diyorum, bundan sonra her akşam böyle koşmalı. Çok kendime inanmıyorum, ama kendime verdiğim bu söz, sabahları yastığımdaki saç tellerini gördüğümdeki ‘Bioxcin’i düzenli kullanayım artık’ sözlerimden değil. Ya da son bir haftada kendime verip verip tutamadığım sözlerden de değil. Sırtım yine sırılsıklam.

Bağlama da bir terapi benim için. Ama bazen karanlık, soğuk insanı nasıl daha depresif hissettiriyorsa, türküler, şarkılar da öyle. Son 3 gündür bağlama çalmıyorum. Ud’a dadandım şu sıralar. Bugün elime aldığım udumla ilk defa ‘Bir İhtimal Daha Var ‘ çaldım. Hem de baya baya çaldım. Tek bir notasını bile bilmiyorum, ama çatır çutur çaldım parçayı. Bunun bir bilimsel araştırması var mıdır acaba? diyorum. Nasıl mümkün olabilir ki böyle bir şey. Övünmeyi sevmiyorum, ama bu yetenekse de bir açıklaması olmalı. Anneme ‘harcanıyorum buralarda’ tarzı yaptığım şakalardan değil bu seferki merak. Koşmak kesti biraz, meşhur Ankara ayazı beni kendime getirdi. Ama udumu elime alınca her şey, çizik bir CD’deki gibi atlayan parçaların hepsi tamamlandı.

Üç noktalar birleşti, uzun bir çizgi bıraktılar geriye. Tıpkı bugün koştuğum Efeler Koşu Yolu’nun ortasındaki çizgi gibi.

Long_Distance_Running

Leave a Reply

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.