Kaptan’ın Seyir Defteri
Kayıt 0014
01.04
Dostluk
Bu koca şehirde edindiğim en acı tecrübe bir günlük dostluklar. Geçenlerde not defterime kısaca şöyle özetledim :
Paris : The city of one-day friendships. Have fun, drink a beer or two, become friends, make plans, then see them in afterlife.
Geleli bugün tam 7 ay geçmiş, onlarca değil, belki yüzlerce insanla tanıştım. Bir sürü geziye gittim. Kimileriyle 10 dakikada can ciğer oldum, kimisiyle bir yıl sonrasına bile plan yaptım. Sonra bir şekilde %90’ı facebook arkadaşlığına dönüştü. Burada dost edinmek zor. Hele ki benim gibi dost biriktirmeyi seven bir adam için, çok daha zor. Ankara gibi değil burası, nedense her haliyle bana İstanbul’u hatırlatıyor. Hava belki daha güzel, manzara daha janjanlı, ama içi biraz daha boş bu şehrin. Paris güzel, ama içine girince yakıyor insanı biraz. Bir gördüğüm insanı tekrar görmek, buluşmak, yemek yemek, bir iki kadeh şarap içmek çok zor. Erkeklerle takılmak zaten zor, genellikle burada tanıştıklarım kız avındalar. Bazen benim evde verdiğim ufak çaplı partilere bile gelenler eminim ‘hangi kızlar geliyor acaba?’ diye bakıp geliyorlardır. Kızlar ise plan yapınca ‘aman yareppim bana yazıyor, olay ciddileşiyor’ moduna giriyorlar bir şekilde. Böyle tanımladıklarım gibi değilse de, insanlar muhabbetten çok eğlence modundalar. Ben de çok eğlence adamı değilim artık. Çerez dostluklar diye tabir ettiğim şeylerden aramıyorum. Tabi geldiğimden beri şahane arkadaşlarım olmadı değil.
Bunlardan ilki, hala burada en iyi dostum olan Sophia.
Uzun zamandır, buraya geldiğimden beridir, sanırım kafamın böylesine uyuştuğu biriyle daha tanışmadım. Genellikle hep friend-zoned olan bendeniz, bu sefer de yine arkadaş çemberinin kaçınılmaz kıskacında kendimi buldum, ama bu sefer çok da pişman olmadım. Anlatacağım.
Buz gibi bir Paris sabahında, Porte Maillot’a doğru 6:30 metrosuyla giderken, aklımda Amsterdam’da bol bol arkadaş edinmek vardı. Paris’in Ankara ile yarışan ayazında, bir Ekim sabahı karnımda bir heyecan gurultusu, yola koyulmak üzereydim. Sınıftaki grupla pek bir şey yapamayacağımı anladığımda tek başıma biletimi aldım. Kim gelecekti, nerede kalacaktık, program neydi… hiçbiri umrumda değildi açıkçası. Paris’teki bunalım haftalardan kaçarcasına, henüz güneş doğmamışken bindim metroya.
Porte Maillot’da indiğimde (ki ilk defa geliyordum buraya) kocaman bir kongre binası, soğuk, rüzgar içime işliyordu. Otobüs nereden kalkacak hiçbir fikrim yoktu. Kocaman binanın etrafında dönmek ise yarım saat sürerdi tahminen. Riske atmak istemedim, her zaman yaptığım gibi, birine sordum. Şemsiyesi ile bir kenarda bekleyen, önünde ufak bir seyahat çantası, açık sarı saçlarıyla burada tanıştığım en güzel insanların ilkiydi. Sonradan Ece’ye bahsederken “Sophia mı? Maradona diyeceğim kendisine yakında, nitekim 10 numara bir insan” şeklinde tanıtacaktım.
Sophia & Ben
Çekine çekine yaklaşıp, önce “Parlez-vous anglais?” diye sordum. Gülümseme yüzüne yayıldı. Elbette, ben Kanadalı’yım dedi. Sophia. Bendeniz kendimi tanıttım, sonra çekinerek Amsterdam gezisi için mi bekliyorsun burada? dedim. Bir gülümseme daha, evet dedi. Ardından Nathalie geldi, bir Alman, Sophia’nın arkadaşı, o da gezi için gelmiş. Birer ikişer gelmeye başladı insanlar. Bu ikisi, Paris’te sınıf arkadaşlarım harici tanıştığım bu ilk iki insan ömürlük arkadaşlığın başlangıçlarıydı. İki otobüs dolusu çılgın Erasmus öğrencisi ile Amsterdam gibi yine çılgın bir şehre yol alıyorduk. Sophia diğer otobüse düştü, Nathalie ile ben arkalı önlü oturduk. Sağ tarafımızda ise safi sarışın, samimi gülümsemesi olan Marcus adında bir çocuk belirdi. Marcus Fransızca bilmediği için sanırım ilk ortak noktamız bu oldu, hemen kaynaştık =) Otobüste turu düzenleyenler hariç hiçkimse ama hiçkimse Fransız olmamasına rağmen her şey, bütün açıklamalar, otobüsteki oyunlar vs. Fransızca olunca yine sinirim bozuldu, neyse ki Nathalie yardım etti bize.
12 kişi aynı odada kalacağımız bu gezide, hayat boyu sürecek 3 dostluğu başlattığımın henüz farkında değildim. Marcus, şimdiye kadar tanıdığım yabancılar içinde bana en çok benzeyen adam sanırım. Sadece klasik ‘kız muhabbeti’ değil, hemen her konuda kafamızın uyuştuğu, en az benim kadar duygusal, en az benim kadar hatta daha fazla düşünceli bu adam dert ortağım olmaya resmen adaydı. Zaten Amsterdam’da aynı turist beresinden birer tane alarak bir nevi kan kardeşliği kurmuştuk ikimiz de, aynı ranzayı paylaşarak güven çemberimizi genişlettik. O gün camdan yansıyan, kafamızdaki berelerle görüntümüz görülmeye, hatırlamaya değerdi. Sonrasında bir dönem boyunca, Marcus tutulduğu Yunan güzelini ne zaman aklına getirse benimle dertleşecek, kafa dağıtmaya beraber çıkacaktık. Hangimizin bir arkadaşı ziyarete gelse ilk aradığımız birbirimiz olmuş, kendi arkadaş çevremize birbirimizi dahil etmiştik. Türkiye & İsveç ile ilgili binlerce plan yaptık. Burada tanışıp da bir daha yüzünü hiç görmediğimiz insanlardan değildik, bunun da farkındaydık.
Ben & Marcus
Marcus İsveç’e geri döndü, fakat skype üzerinden, facebook üzerinden her hafta konuşmaya devam ettik. Zaman zaman daha ne olduğunu yazmadan birbirimizi anladık, teselli ettik. Benzer süreçlerden geçtik sanırım, aynı şeyleri yaşadık. İlk dönem sonunda dönen, yine iletişimin koptuğu, hiç konuşmadığımız insanlardan olmadık. Marcus bana burada buz pateni yapmayı öğretti (kendisi Buz Hokeyi oynadığı için, işi adamından öğrendim diyebilirim :D).
Nathalie ile dostluğumuz ise bir ay içinde çifte katlandı, çünkü erkek arkadaşı Johannes de Paris’e taşındı. Dün akşam (31 Mart gecesi) bu süper çiftle muhabbbetin belini yine kırdık. Paris’i yine eleştirdik, Almanya’dan Türkiye’ye uzun bir tarihi yolculuğa çıktık, konu her zaman olduğu gibi ‘Saygın ne olacak senin bu kız durumu?’ mevzuuna geldi =) (Sanırım bu konu ülkeden bağımsız, burada bile insanlar benim kız arkadaşım olsun diye çabalıyorlar). Birkaç hafta önce de Sophia, Nathalie ve Johannes, hep beraber onların evinde yemek yedik. Bizim delikanlı müzisyen çıktı, süper gitar çalıyor. Ben de bağlamamı tellendirdim, şahane bir akşam oldu. Genelde bu 4’ümüz beraber takılıyoruz, eğer herkes Paris’te ise. Nitekim Marcus, bu ince adam İsveç’e geri dönmek zorunda kaldı. Ne zaman dışarı çıksam burada onu anmıyor değilim. Sophia da sürekli bir gezme telaşında. Yakında Avrupa’yı komple bitireceğinden yazın Türkiye’ye gelecek zannediyorum. Gelirsen, dedim, belki arkadaşların düğününe de beraber gideriz. Bu arada, Nathalie Tiyatro okuyor burada, erkek arkadaşı Johannes Endüstri Mühendisi, Sophia mı? O da dans okuyo. Hatta dans üzerine master yapıyo =) Benim bölümüm çok standard, çok sıkıcı geliyor bu insanlarla kıyaslayınca.
Nathalie & Ben
Sophia yeri geldi ‘Life with Louie’ çizgifilminden aşina olduğum, hiç tatmadığım tatlı patates kavramını bana tattıran insan oldu. Yeri geldi, Esra ile Horon teptiler. Gün oldu Halay çekti ya da Fidayda oynadı. Catabombes’a, Loire’daki şato gezisine, Amsterdam’a, Brüksel’e, Champagne’ya, hepsine beraber gittik. Duşu bozuldu bende duş almaya geldi yani o kadar =) Türkiye’den gelirken ona çay bardağı getirdiğimde gözlerindeki ışıltıyı görmeliydiniz. Ece buraya geldiğinde Ece ile tanıştırdım, her gördüğünde Ece nasıl diye soruyor bana =)
– Sana Türkiye’den gelirken ne getireyim?
– Hani sen anlatmıştın ya bir keresinde, bizim çay bardaklarımız farklı, ince belli, lale şeklinde diye. Onlardan getir.
Her ortama bu kadar rahat uyum sağlayabilen, her türlü aktiviteye maceraya hazır olan bu kız, olur da şayet ikinci kitabı yazabilirsem Paris maceralarımın ana karakterlerinden birisi olacak. Sophia ve Baklava sevgisi konulu bir bölüm bile olabilir belki. Fakat Sophia’ya yetişmek biraz daha zor, çünkü kendisi 7 gün / 24 saat boyunca gezme halinde.
Bunları benim Ankara’daki, İstanbul’daki dostluklarımla kıyaslamak yakışık almaz elbet, ama bu 4’lü (Sophia, Johannes, Nathalie ve artık olmayan Marcus) olmasa herhalde buralar çekilmezdi diye düşünmüyor değilim. Gezdiğim yaşadığım şehirlerde hep bir ortak nokta var: tanıdığım insanlar. Yoksa isterse dünyanın en romantik şehri olsun, isterse en güzel kızları olsun ya da en şahane yemekleri, hiçbirinin pek önemi yok. Bir de kaldığın yerden devam edebilmek en güzeli. Yiğit ile 1 yıl görüşmesek de (ki bu nalet adamlar aşağı yukarı her gün görüşüyoruz zaten :D) herhalde kaldığımız yerden yine devam ederiz. Böyle bir dostluğu oturtmak kolay değil, zaman alan, emek isteyen bir süreç. Amaç kopmayacak dostluklar edinebilmek.
Amsterdam, ilk dönem benim için dönüm noktası olmuştu. İkinci dönem için ise Normandiya adına aynısını söyleyebilirim. Geçen haftalarda Normandiya gezisinde tanıştığım insanlar, çoğunluğu Yunan olan, bana Tavla almış olan, beraber Türk kahvesi pişirdiğimiz bu adamlar, veya Fransızca sınıfımdaki İtalyanlar (Mesela Davide) zannedersem yine uzun soluklu dostluklar kurma yönünde güzel adımlar. Bekleyip göreceğiz, kaçı ne kadarı kalacak dönem sonunda.
Burada da böyle bir dostlar edinmek, bu kocaman yalnız şehirde arkadaş bulmak gibi zorlu bir görevi de tamamladığıma göre, artık yatıp uyuyabilirim.
