Kaptan’ın Seyir Defteri
Kayıt 0016
14.04
Paris Metroları
Metro camından yansıyan görüntüme bakıyorum. Paris’teyim. Dünyanın en eski metrolarından birinde, Vagonun sonunda oturan evsiz bir adam. İdrar, pislik, çürümüşlük kokusu genellikle kendisinden önce yayılan, 10 metre öteden bile farkedilebilen bir insan. Zaten vagonun o kısmı boşalmış, insanlar ya benim geçen sefer yaptığım gibi bir sonraki istasyonda inip, bir başka vagona tekrar binmişler, ya da benim olduğum tarafa doğru yanaşmışlar. Paris gibi bir şehirle çelişen bir tezat daha. Elinde içki şişesi, kıyafetleri dökülmüş, ayağındakine ayakkabı demeye bin şahit ister. Hepsinin olduğu gibi bu adamın da yanında bir çantası. İçinde kim bilir kaç aydır, kaç yıldır yıkanmamış kıyafetleri.
Sabah metroya biniyorum, yine alarmı 5 kere ertelemiş, duşu akşama bırakmış, kahvaltı niyetine de alelacele kapının önündeki pastaneden bir kruvasan almış bir şekilde. Kulaklarımda MFÖ, Yalnızlık Ömür Boyu çalıyor. İnsanlar hızlı burada, sürekli bir yere koşuşturma telaşı içindeler. Biletsiz binen, paravanların üstünden kaçak atlayan zenciler, mini eteğiyle topuklu ayakkabısıyla bisikletine binmiş, son sürat işine giderken bir yandan takım elbisesinin içinde terlememeye çalışan iş kadınları. Bir de bu metrodaki mutsuz insanlar topluluğu. Sanki dışarıda olup da hayatın akışında koşuşturamadıkları için üzgün gibiler. Metronun içinde tıkılı kalmış, güneş yüzü görmedikleri için bu kadar mutsuz olan yeraltı insanları. Gözüm tek tek yüzlerde gezinip, bu insanların kim oldukları, ne oldukları, burada ne yaptıkları üzerine ufak bir yolculuğa çıkarken, neden bu mutsuzluk diye sormadan edemiyorum. Herkesin suratında bir bıkmışlık, bir yorgunluk. Kitap okuyan sayısı yadsınamayacak derece olsa da, genelde insanların ellerinde akıllı telefonlar, bir mesaj trafiği, bir oyun telaşesi. Ama yüzler mutsuz. İnsan oyun oynarken bile keyif almaz mı? Alır da yüzüne yansımaz mı?
Metrodan yansıyan görüntüme bakıyorum. Hayat güzel. Önce tabi ki Fransızca, ardından İngilizce ve Almanca yapılan ‘Yankesicilere dikkat edin’ uyarısı ile popo kaslarımı hafif hareket ettirerek cüzdanımı yokluyorum. Bu şehirle çelişen bir tezat daha. Hiçbir zaman güvende hissedememek. Sabah yürürken, akşam eve dönerken, köşe başlarında gaspçı olma ihtimali, veyahut akşam trende herkesin gözü önünde elindeki telefonu zorla alabilen insanların şehri. İnsanın çantasından bilgisayarını bile alabilen yankesicilerin olduğu bir başkent Paris. Korkmuyorum, şimdiye kadar başıma hiç böyle bir şey gelmedi, ama popo-kası-yoklaması yapmayı da ihmal etmiyorum. Sıkıntı yok, cüzdan yerinde. Kendi görüntüme dönüyorum.
Ne kadar çabuk alıştığıma şaşıyorum. Daha henüz 6 ay olmamışken, bir Ankara metrosunda hissettiklerim geliyor aklıma. Tertemiz, ufacık metro hattı. Buradaki gibi 14 metro, 4 tren, bilmemkaç tramway bağlantısı olan koca bir örümcek ağı yok. Gülümsüyorum. Metroda gülümseyen tek insan benim o anda. Diğer vagonlarda da durum aynı, eminim.
Zencilere bakıyorum, ne kadar da farklılar. Erkeklerin çoğunluğu neden kafalarını kazıyorlar, acaba kendileri mi kazıyorlar merak ediyorum. Bu şehirde Zenci olmak, Faslı olmak, Cezayirli olmak normal. Zaten gördüklerimin çoğu Faslı. Parisli görmek bir yana, bu turist kalabalığında ve göçmen akınında bazen Fransız bulmak bile zor. Bu sabah hemen yanımda heyecanlı heyecanlı İtalyanca konuşan (muhtemelen) çifte içimden ‘Aslında o kadar da romantik bir şehir değil burası, ama yine de Eiffel’in önünde öpüşerek poz verin elbet’ diyorum. MFÖ. Ömür boyu. Yüzüme gülümseten bir anı daha yayılıyor o anda. Geçen hafta Luxembourg durağına giderken trene binen, Fince konuşan iki kişi geliyor gözümün önüne. Fince ‘Pardon, siz Fin misiniz?’ diye sormuştum. Joo (Evet) dediler. Bir Joo kelimesi beni 4 yıl öncesine götürmüştü o an. Yine kıyaslamadan edemedim. Ne güzel memlekettin sen Finlandiya.
Metro kalabalıklaşıyor. Kapı ağzında oturanlar ayağa kalkıyorlar, katlanan koltuklar kapanıyor ki yeni gelenlere yer açılsın. Yaşlılara yer verilmiyor burada. Ayaklarını sürüye sürüye gelen bir teyze görüyorum, Madame, diyerek kalkıyorum. Buyrun oturun diyemiyorum, çünkü bilmiyorum nasıl diyeceğimi. Merci diyor bana teyze, yüzünde ufak bir gülümseme, hafif bir şaşkınlık. İnsanlar sürekli kendi telaşlarında olduklarından böyle ufak şeyler kaybolmuş gibime geliyor. Ben de kayboluyorum bu ufak detaylarda kimi zaman. Az ileride direğe tül eldiveni ile tutunmuş, son derece şık bu güzel matmazelleri bu trenlere yakıştıramıyorum. Güzel kız ayakta duruyor, halbuki yer var. Belki de buralara zaman zaman oturan, hatta işeyen evsizler gelmiştir aklına diyorum. Bir an oturduğum koltuktan tiksinsem de, alışkanlıktan olsa gerek, çabucak geçiveriyor. Gözlerim biraz dalgın bugün. Kafamda bir milyon düşünce, kimisini anında Fransızca’ya çevirmeye çalışıyorum. Bazı kelimelerde kilitlenip kalırken telefonu açıp da çevirmeye, öğrenmeye üşeniyorum. Bugün güzel bir gün. deri ceketim ve ilki yırtıldıktan sonra kalan ikinci ve tek kot pantolonumla çok ‘şekilim’. Güneş gözlüğüm yine yanımda değil, çünkü bu şehir sürekli ağlıyor. Dışarıdan gelip topraklarını adım adım çiğneyip geçen milyonlarca turiste mi, yoksa sokaklarda 2 yaşında çocuklarıyla yatan, gelip geçen herkese dilenen dilencilere mi, bu minnacık çocuklara mı ağlıyor, bilmiyorum. Hep bir kasvetli, hep bir bulutlusun Paris, diyorum. Kime bu hüznün senin?
Derken hat değiştiriyorum, bu durakta hep köşe başında oturan Çinli bir amca var. Kemençe boyutunda yaylı bir enstrüman çalıyor, iki telli sadece. Müthiş bir sesi var. Bu adama attığım bozuk parayla belki şimdiye kadar elindeki enstrümanı almıştım diye geçiriyorum içimden. Metro müzisyenliğine başvurdum, Eylül’den beridir 3 kez yolladığım e-postaların 3’ü de ‘Şubat’ın ilk haftasında başvurun lütfen’ şeklinde oldu. Şubat’ın 1’inde attığım maile ise ‘Çok doluyuz, lütfen Eylül’de gelin’ yanıtını aldım. Çinli amcaya bir kez daha imrenerek önünden geçiyorum. Kulaklarında birer kulaklık, şu güzel melodiyi kaçıranlara yanıyorum geçerken. İnsanlar meşgul. İnsanlar umursamaz. Çinli Amca attığım 10 cent sonrasında çalmayı bir anlığına bırakıp, eğilip selam vererek teşekkür edince yüzüme yine bir gülücük konduruyorum. Paris’teyim. Hayat güzel.
4. hat üzerinden Gare d’Austerlitz‘e doğru yol alırken uzaktan Notre Dame görünüyor. Sabahları yürüsem de, bisikletle de gitsem, metro ile de gitsem her sabah görüyorum seni. Günaydın, Notre Dame diyorum fısıldayarak. Bugün hafif bir güneş ışığına bürünmüş, benim bulunduğum köprüye tezat. Paris’e tezat. Yine güzelsin Notre Dame. Bugün bir milyon kişi yoracak seni. Aşıklar önünde öpüşüp evlenen çinliler önünde fotoğraf çektirecek. Hele bir de haftasonuysa önünde kuyruk olacak yüzlerce adam. Acaba her giren kişi için, elindeki sayaca basan o adam yine orada mıdır diye merak ediyorum. Ne kadar kolay bir iş. Acaba kaç para kazanıyordur?
Metrodan inmeden hemen önce ‘lütfen tren ile platform arasındaki boşluğa dikkat edin’ uyarısını yine önce Fransızca, arından İngilizce, son olarak da Almanca dinliyorum. İngilizcesini sesli tekrar ediyorum, insanlar bana bakıyor. Sanki çok acayip bir şey yapmışım gibi. Kahve içmem lazım diyorum metro merdivenlerinden çıkarken. Buraya gelmeden önce ‘çaycı’ bir insanken, Paris beni ‘kahveci’ yaptı.
Ne çabuk değişiyor insan. Paris’teyim. Hayat güzel. MFÖ.
Okurken kendimi olaylarin ve yerin tam icinde hissettim. Anlatimin cok guzel olmus Saygincik. Tebrikederim seni.