Nerede Kalmıştık ?

Merhabalar… Uzun zaman oldu değil mi? Bir ara ortalıktan kayboldum çok sayın takipçilerim, hanımlar, beyler ve stalkerlar ve boşluğa düştükleri bir gece yarısında tesadüfen bu bloga gelmiş olan abiler ablalar. Uzun zaman oldu, Neler oldu bu gece hem biraz sizlere, hem de kendi kendime anlatmaya çalışayım. Fizik çalışırken babannenize anlatabiliyorsanız konuyu, öğrenmişsinizdir. Ben hiç babanneme fizik anlatmaya kalkmadım, ama kendi kendime, kendimi anlatmayı deneyeceğim. Az Sonra. Şok şok şok.

Bu uzun zamanın bir emekli üçaylığı kadarki bölümümde, kendimi kitap yazıyorum diye kandırdım. İnsan kendi kendini kandırabiliyormuş. Aslında yazdım da. Yalan yok. Ben ve benim gibi insanlar yalan söylemesini beceremedikleri gibi, kitap yazıyorum bile diyemezler, işte bir şeyler karalıyorum deriz biz. Uzun hikaye diyelim deriz.. Ezile büzüle. Benim gibi olmayan adamlar ise adamlar kitap yazıyorum edasını kullanarak, kendi kendini etkileme kotaları ta lise çağlarında dolduğundan başkalarını da etkilemek için belki ‘bir şeyler karalamazlar’. Yazarlar onlar, hikaye de yazarlar, hem de ayaküstü yazarlar, çevrelerindekilere de anında yazarlar. Benim gibilerse birazını kendi yüzüne çalıp bir şeyler karalarlar ancak.

İnsanlar bir şeyler yazadursun, bu sürüncemedeki dönem yaklaşık 2 yılımı aldı. Aslında şu anda başına otursam, nargile ve çay eşliğinde en fazla bir haftada tamamlayıp, yayınevine yollamak üzere ODTÜ içerisindeki PTT’ye gitmeyi kafaya koyup, acaba öğlen 12:00’de mi kapanıyordu yoksa 12:30’da mı diye yine pimpiriklenip ve internetten bakmaya da üşenip kapıdan içeri girmiş, içinde DNA’larımı barındıran kağıtları mavi gözlü güzel memura verirken parmağındaki yüzüğü  görüp, kitabın esas kızını hatırlamış ve hemen kafamda yeni hikayeler şekillendirmeye başlamıştım bile. Bundan en fazla yedi gün, en az bir hafta sonra herhangi bir yayınevine gönderebilirim. Yayınevinden gelen cevabı 6 ay bekleyip, o sıralar yakın arkadaşlarıma okutup, belki de çok kitap okuyanlardan geri bildirim isteyip daha da güzelleştirirdim. 6 ay sonra İletişim Yayınevi’nden reddedildikten bir 3 ay sonra bir başka yayınevine yollardım. Bu sefer kitabım basılırdı da belki. Kim bilir? Sonra da şahsi kitap asistanlarıma bir teşekkürü borç bilen konuşma hazırlardım. İlk imzalı kopyaları da onlara gönderirdim. Beni sizler yarattınız!

Bilmem, muhtemelen ilham perim dağlara kaçtı ya da sıcak ülkelere göçtü, motivasyonumu bir mazgala düşürdüm, mazgalın içine cımbız da sarkıttım, mıknatıs da sallandırdım, bir türlü geri alamadım. Kalemim de mürekkep yerine hüzün yazmaya başlayınca, bir gözyaşı damlası kurutup bağladım, kopan mi telinin yerine. Yani son zamanlar kendimi müziğe verdim. Müzik de bana biraz anlam vererek şu hafif hayatımı ağırlaştırmama katkıda bulundu.

Blog yazmak istedim. Yazabildiğim sürece var olmak istedim. Kitabımı yazamazken oturup motosiklet maceralarımı anlatmak, bağlama derslerimi yazmak, Zekeriya Usta’yı tanıtmak, Antep’e bir daha gitmek tuhaf geldi. Tuhaf da değil de… Ne bileyim, sanki ilham perime ihanet ediyormuşum, dünyanın en güzel kadınını yanımdayken her gece aldatıyormuşum gibi, bilgisayarımda 3 aydır yazılmayı bekleyen karalama dosyasına bir fincan sanal kahve dökmüşüm, ya da Love Actually filmindeymişim de, Portekiz’de bir sahil kasabasında çıkan rüzgarda yazdıklarım her an denize savrulacakmış gibi geldi. Sonra denize uçtu, ama ben Aurelia’nın ardından suya atlayamadım. Tekrardan var olup tekrardan acı çekecekmişim gibi geldi. Ben de yok olmayı seçtim. O yüzden buralarda yoktum bir süredir. Karalamalarım blog yazmama engel oldu işte bir süredir. Neden ben de bilmiyorum. Dedim ya, belki de sıcak ülkelere göçtü.

Ama bu gece yürek muhafızlarıma izin verdim. Bu gece varız. Yazabildiğimiz sürece, varız.

Ey sevgili blog! Eski lise günlüklerimin, aşklarımın pasını silmiş, derin olma çabası içinde boğulmuş sanal gerçeklik, gerçek sanallık. Bu gecenin konusu yazmak olsun. Konu yazmak oldu mu gerisi gelir. Okumak olsa belki bir noktada tıkanır. Emrah Serbes’in Erken Kaybedenler‘inden başlar, Barış Bıçakçı’nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz’ine gelince biraz zirve yapar, Tutunamayanlar’ın 130. sayfadan sonra güzelleştiğinden dem vurur. Bir noktada Aylak Adamlar karşımıza çıkar. Fakat kelimeler yerleşik, harfler sıralı. Zaten var olmuş bir şeyin üzerine konuşmak da bir yere kadardır. Peki ya var olmamış olan? Şu anda parmaklarımdan çıkan kelimeler? Sonu var mı bu işin acaba? Sonsuzluğun sırrı yazmakta olduğu için mi yazıyor yazanlar ?

Yazmak kendimi bana iyi hissettiriyor. Bağlama çalmak gibi biraz bu. 20 yıldır yaşadığım ikilem olan ‘İnsan hüzünlü türküler dinleyince mi hüzünlenir, yoksa hüzünlenince mi hüzünlü türküler dinler?’ sorusunun bir benzeri yazmak için de mevcut. İnsan hüzünlü olduğu için mi yazar, ya da yazdıkça mı hüzünlenir? İçindeki cerahati akıtmak, sırtında bir dünya olmuş yükü boşaltmak için mi kalemini yorar, gecelerini böylesine tüketir? Yoksa kazdıkça, yani yazdıkça daha derine inen sebepler ortaya çıktığı, hatta ve hatta kendine bile ses tellerinden geçirip somut olarak bağıra bağıra ifade edemediği şeyleri fısıltıyla kağıda dökebildiği için, yarasını kaşımak istediği için mi yazmaya devam eder? Bilmem. Bu soruyu da içine çer çöp dolmuş, fakat zamanında kiler olarak tasarlanmış odanın bir köşesine bırakıyoruz.

Yazarken ve Okurken

Bağlama çalarken,

Motosiklet sürerken,

Ve bir de güzel bir kızın güzel gözlerine bakarken böylesine özgür, böylesine iyi ve gerçek hissediyorum. Sanki ömrümün geri kalan zamanlarını boşu boşuna, yaş pasta arasına serpiştirilmiş kremşanti katmanı gibi yaşıyorum. Yani biraz boş, biraz geniş, fazlaca oldu mu tadı kaçıyor.

Yazının ana fikri ve özeti, biraz daha bol çikolata koymak lazım. Ama bitter sevmem ben.

10924259_10153096019617425_2793388740818802414_o

 

Leave a Reply

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.