Dizi – WestWorld

westworld

Bu haftalık keşif yazımı bir diziye ayırdım. Hikayesi ve düşündürdükleri ile epey ilginç geldi. Spoiler vermeden anlatmaya çalışacağım. Baştan uyarayım, birinci bölüm bence biraz bayabilir.

Hikaye gelecek zamanda geçiyor, biraz fütüristik bir konusu var. Yıllar önce 1984 ile tanıştığım Distopya terimini tekrar gündemime soktu. Kelimenin Wikipedia tanım şöyle : İstenmeyen veya korkutucu bir toplum, topluluk. Ütopyanın zıttı, Yunanca kelime kökenine inersek kötü yer olarak kısaltabiliriz distopyayı. Yine wiki çakması alıntım şöyle diyor :

Distopyalar genellikle dehumanization (Türkçesini bulamadım, insanlıktan çıkarılmışlık?), totaliter yönetimler veya çevresel felaketler, kıyamet günü gibi olaylarla şekillenir. 

Dizide henüz kötüleşmiş bir toplum yok, ama toplum olmasa da etik olarak sanki insanın iç dünyasını, kötülüğünü sorgulatacak gibi bir kurgu var. Ne diyordum? Hikaye gelecek zamanda geçiyor.

Bir Tema parkı var. Vahşi Batı şeklinde tasarlanmış, kanyonların içinde kasabalardan oluşan binlerce kilometrekarelik bir park. Bu park tamamen humanoid dediğimiz (dizideki adı taşıyıcı/host) insansı robotlarla dolu. Ama robotlar o kadar detaylı çalışılmış ki, mimikler, duygusal tepkiler, konuşmalar gerçeğe müthiş yakın. Her gün yeniden başladıkları bir tiyatro gibi, parkın içinde geçen senaryolar var. Mesela yanınızda bir adam (robot) yere düşüyor, yerden kalkmasına yardım ediyorsunuz. Adam sizi hazine avcılığına sürüklüyor. Başka bir senaryoda isterseniz kahraman olup sevdiğiniz kızı kurtarıyor, isterseniz kötü adam rolünü üstlenip önünüze geleni öldürebiliyorsunuz. Parktaki ziyaretçilere (yani buraya bi ton para ödeyip gelen zenginlere) her şey serbest. Tecavüz, öldürmek, yağmalamak.. İnsanlar kendini keşfediyor. Robotlar ise size zarar verememek üzere programlanmışlar. Fakat siz onlara istediğinizi yapmakta özgürsünüz. Sanki gerçek dünyada GTA oynuyorsunuz, ve de bir vahşi batı ortamındasınız gibi mesela.

Şimdi buradan bazı felsefik çıkarımlar, etik sonuçlar doğurmak gibi bilmiş bilmiş bazı işlere girişmeyeceğim. Fakat bana düşündürdüğü bazı şeyler var. Mesela ‘şiddet’ konusunda, gerçekten kendimizi bu kadar sınırlıyor muyuz? Bize hiçbir şey olmayacağını, sonunda cezalandırılmayacağımızı bilsek (maddi, manevi, bu dünya, öteki dünya), gerçekten herkesin içinde yatan canavar kendini hemen ortaya çıkarır mı ? Yoksa vicdan, iyilik denen olgular daha mı baskın gelir?

Dizideki Ford’un oynadığı ‘Tanrıcılık’, detaylar… Acaba nasıl bir his? Bence 2. bölümdeki kilise bu ‘tanrıcılık’ oynamanın bir simgesi. Spoiler değil, hemen küfretmeyin, ilerki bölümler için tahmin yürütüyorum sadece.

Bir de bir yazılımcı olarak elbetteki yapay zeka, robotlar, geliştirdikleri algoritmalar, yaptıkları analizler (Analiz sahnelerinde nedense lüzumsuz heyecanlanıyorum). Bunlar benim ekstra ilgimi çekti.

Son olarak da, verdiğiniz bir selam ile parktaki gidişatı komple değiştirebiliyorsunuz. Kelebek etkisi gibi. Kendi hayat hikayemizi de böyle görebilsek, tekrar tekrar yaşama şansımız olsa ne yapardık acaba? İnsanlar da parka tekrar tekrar geliyorlar işte. Bazı şeyleri değiştirsek – durun pardon. O hakikaten Kelebek Etkisi filmiydi. Diziye dönelim.

Dizideki robotlar her gün – ufak değişikliklerle de olsa – belli bir rutini izledikleri için, çevremdeki insanlara da biraz bu rutini yapıştırdım ister istemez. Bugün işe gelirken kendi tekrarladığım rutinlerin farkında vardım. Sanki ben de bir tema parkına gelmişim gibi… Bence her insanın hayatına heyecan katan bir şeyler olmalı. Herkesin dünü bugününü kıskanmasa da, en azından haftasında kıskanacak bir gün bulmalı. Mehmet Ali Birand’ın bir sözünü hemen yapıştırayım : “Benim hayatta en büyük korkumdur : Standart bir insan olmak”. Humanoid olmayın demeye çalışıyor yani. Robot olmayın. İnsan olun. (insan yiyecek bunları insan).

Hikayenin esin kaynağı 1973 yılında aynı isimle çekilmiş bir film. Yazının başındaki fotoğraf da aslında filmin afişi. Hoşuma gittiği için onu koymayı seçtim. Filmi izlemedim, diziyi bitirdikten sonra izlemeyi planlıyorum. İlk bölüm biraz karmaşık geldi bana, hikayenin çok yavaş ilerlediğinden olsa gerek. Bir iki bölüm daha sıkarsa, muhtemelen açar filmi izlerim.

Yönetmen : Jonathan Nolan. (Şok şok şok)

Executive Producer : J. J. Abrams (Yine şok şok şok. Tanıdık gelmedi mi? Star Wars. Star Trek. LOST. )

Müzikler : Ramin Djawadi (Tanıdık geldi mi? Game of Thrones!!!)

Oyuncular :

  • Anthony Hopkings (Hannibal Amca, Thor’un Odin’i). Adam bu robotları tasarlayan adam.

  • İkinci bölümde ise karşımıza çıkan Jimmi Simpsons. (ismi buymuş, ama siz House of Cards’daki hacker eleman deyince bileceksiniz) lan bu adam kimdi, tipi çok tanıdık bi akraba filan mı acaba diye epey düşündürdü bana. Sonunda hatırladım.

  • Jeffrey Wright. Dizideki Adıyla Bernard : Açlık Oyunları’ndaki elektrikten süper anlayan bubi tuzağı filan kuran adam.
  • Ed Harris. Bu adamı da epey düşündüm. Nerede görmüştüm diye. Akıl Oyunları filmindeki Big Brother’ı oynayan keltoş. Dizideki rolü hala anlaşılmış değil. Neyi arıyor bu adam ne yapıyor en muallak kısmı bu bence.

İkinci bölümde diziyi sevmeye başladım. Yalnız sürekli ‘anam şimdi bişeyler olacak’ hissini kırıp gerçekten bişeyler yapsalar 3. bölümde fena olmayacak. Bazı karakterlerin bazı şeyler yapacağını gözünüze sokuyorlar, fakat bekle Allah bekle.

Son olarak, keşfin esas sahibi Berker’e buradan selamlarımı iletiyorum. Güzel oldu.

Leave a Reply

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.