Aslında bu ilk kamp deneyimim değil. Yıllar önce Yunan dostum Tryfonas, Nazım ve ben Girit’te bir tiyatro kampında da çadırda kalmıştık. Dandik bir uyku tulumuyla, matım olmadan, toprak zemini dibine kadar hissederek, eğimli bir zeminde 2 kişi ile birlikte ufacık bir çadırda uyumuşluğum var.
Girit’te her sene Yunan Üniversiteleri’ndeki tiyatro kulüplerinin gittiği Astritsi diye bir köy var. Biz, Nazım ve ben orada ne yapıyorduk? 300 kadar Yunan içinde iki Türk’ün ne işi vardı? Herkes için müthiş bir merak konusuydu bu. Kamptaki tek yabancı bizlerdik. Gündüz yoga, spor, öğleyin salsa, tango, origami (aslında yaratıcı drama vs. gibi bir çok kurs vardı ama onların hepsi Yunanca olduğu için, hiçbirine katılamamıştık) gibi etkinlikler, her akşam da bir grubun tiyatro gösterisi. Yemek dahil, her şey ücretsiz. Gerçekten “Çadırını kap gel”.
Kaçkarfest tam öyle değildi. 20-40 yaş arası biraz beyaz yakalı organizasyonuydu. Başvururken çadır yol ve her türlü ekipmanı kendimiz götürmek zorunda olduğumuz için katılım ücreti biraz fazla gibi gözükmüştü bana. Fakat gittikten sonraki ilk yorumum son kuruşuna kadar hakkettikleri yönünde oldu. Hatta iki katını da isteseler, haftaya tekrar gidiyoruz deseler, şu anda çıkarıp veririm sanırım.
Unutmadan söyleyeyim, bu benim Karadeniz’e ilk gidişimdi. 10 yıl kadar önce Amasra’ya gidişimizi saymazsak. Dolayısıyla Pokut, Amlakit, Hazindak, Kavrun, Çamlıhemşin gibi isimler bende çok bir şey ifade etmiyordu. Birkaç Karadenizli arkadaşım buraların en güzel yerler olduğunu söylediklerinde, Kaçkarfest’e kayıt yaptırdım. Önce Yiğit’i peşimden sürükledim. Ardından Esra ve Aykut’u ikna etmemiz çok vaktimizi almadı.
Bu ilk “ciddi” çadır kampımdan hemen önce almam gereken bazı ekipmanlar da yok değildi.
Uyku tulumu – Dechatlon’dan 5 dereceye kadar bi uyku tulumu aldım. Daha sıcak olanlar sahil vs. içinmiş. Bu işimizi gördü epey. Zaten hava da çok soğuk olmadı.
Mat – Yoga matımı sırtladım gittim. Uzun zamandır bir köşeden beni süzüyordu, bir işe yaradı. Aslında normal matlara kıyasla daha kalın olduğu için, epey işe yaradı diyebilirim.
Çadır – Yiğit’in 3 saniyede kurulan çadırını götürdük. İnanılmaz pratik, kendime de bi tane almaya karar verdim.
Ayakkabı – Su geçirmeyen bir arazi ayakkabısı aldım, ki gerçekten orada hayat kurtarır derecede yürürken etkili oldu. Döndüğümden beri de yazlık motosiklet botu niyetine kullanıyorum, nitekim bilekleri epey iyi koruyor.
Çanta – Erasmustan beridir yatağın bazasında duran 8 yıllık çantamı çıkardım. Özlemişim.
Pantolon – Su geçirmez motosiklet pantolonumun korumalarını çıkarıp yanıma aldım. Son gece üşüdüğümden giydim, yoksa buna da çok ihtiyaç kalmadı.
El Feneri – Çadır alanlarında genellikle işe yarıyor, aklınızda bulunsun.
Ufak bir sırt çantası – Queceua çanta almıştım, bu çanta resmen gezinin sponsoru gibiydi, herkeste vardı. Su geçiriyor yalnız.
Mayo – Derelerde, raftingde, buzul gölünde lazım olabilirdi. Yüzer miydik ki buzul gölünde? Tabii ki.
Powerbank – Olmazsa olmaz. 4 gün elektrik yok.
Buff ya da şapka – Honda buff’ımı aldım, iyi ki de almışım. Hem teri emiyor, hem güneşten koruyor, hem enseyi kapatıyor (ki amele yanığını bir nebze engelledi), hem de soğukta etkili. Dostum bu buff süper bir şey. Bi de yakıştı da ha.
Yağmurluk – Önümüzdeki 4 gün tamamen yağmurlu fırtınalı gösterdiğine göre ihtiyacımız kesin olurdu. Lakin hala kılıfında duruyor, çıkarmadım bile.
Hazırlıklar tamam :
Önce Yiğit ile bir gün öncesinden Trabzon’a uçtuk. Biletleri zaten epey önceden almıştık. Planımız bir gün önce Sümela’ya gidip, manastırı gezip geceyi orada geçirmek, ertesi gün sabah da Ardeşen’e devam etmekti. Fakat Sümela bir yıldır tadilatta olduğu planda değişklik yapıp Trabzon’u gezmeye, orada kalmaya karar verdik. Ayasofya’ya gittik, merkezde güzel bir Akçaabat köfte, üzerine de inanılmaz lezzette birer porsiyon fındıklı baklava gömdük.
Etrafımızdaki herkesin aksanlı konuşmasına alışmam biraz vakit aldı. Yiğit ile yoldan her türlü müşteri toplamaya çalışan dolmuşçulara epey güldük. Akşam yol yorgunluğumuzu da sırtlayıp bizi “Hoşceldunuz uşaklar” diye karşılayan otel sahibini gördüğümüzde hava kararmıştı. Trabzon’da o gece şimşekler çaktı, gök gürledi. İnanılmaz yağmur yağdı. Ertesi gün kampçılarla konuştuğumuzda fırtınadan ötürü bazılarının uçağının Trabzon’a inemediğini, Samsun’a indiklerini öğrenecektik.
Sabah havalanına gidip Aykut ve Esra’yı bekledik. Havataş’a binerek Rize Ardeşen yoluna düştük. Trabzon’dan indiğiniz zaman Artvin’e kadar Havataş mevcut. Havataş’taki muavinlerin de yönlendirmesiyle Rize Pazar’da, Çamlıhemşin dolmuşlarının kalktığı yerde indik. Dolmuşta da fıkralara konu olacak Rizeli amcalarla tanıştık. Herkes nereye geldiğimiz ne yapacağımız konusunda epeyce meraklıydı. Çamlıhemşin dolmuşuna ilk binenlerden biriydik, ve Pazar – Çamlıhemşin seferi yapan sadece iki minibüsçü, 200 kişinin geleceğini duyunca epey şaşırdılar. Kaçkarfest bu sene ilk defa yapılıyordu, Çamlıhemşin’e ilk defa çadırlarıyla 200 kampçı gelecekti.
Çadır alanına ilk gelenlerden biri olmuştuk. Bir köşede sahne, bir diğer tarafta çadırlar, göze çarpan iki minik tuvalet kulübesi. Evet, iki adet. iki yüz kişiye. Yani yüz kişiye bir tuvalet düşüyordu. Kayıt sırasında beklerken arkamdaki kızların “herhalde tek tuvalet bunlar değildir?” konuşmaları beni de kıllandırmadı değildi o anda. Festival bu sene ilk defa yapıldığı için en büyük eksik – belediye ile çıkan sıkıntılardan dolayı – tuvaletlerin eksikliği, duşun olmamasıydı. Benim için çok sıkıntı yarattığını söyleyemem, fakat süper titiz insanlarsanız, azıcık oflayıp puflamanıza sebep olabilir.
Çadırlarımızı kurmaya başladık, bizim çadır hakikaten de 3 saniyede kuruldu. Aykut ile Esra’nın çadırına birkaç dakika daha fazladan uğraştık. 3 gün boyunca, yukarıdaki fotoğraftaki bulutlara bakarsanız, beklenen yağmur şimşek fırtınadan biraz tırsmıyor değildik. Hatta yusuf yusuftuk. Fakat şansımıza tek bir damla yağmur yağmadı. Ki normalde Karadeniz’de bu pek de olası bir durum değil. Caner’in bize anlattığı fıkra amcalardan birisinin dediği gibi :
- E amca sen haftanın iki günü yağmur yağar dedin. Buraya her gün yağmur yağdı
- Ha buraya haftada iki gün yağmur yağar. Birisi üç gün sürer, birisi dört gün.
Öğlene doğru kumanyalarımızı yedik, Tar Şelalesi’ne doğru yola çıktık. İlk gün etrafta “Vauuuv” tarzı seslerle yürürken aslında izleyen iki günden sonra aklımda Tar şelalesinin T’si bile kalmayacaktı. Belki de beklentiyi yükseltmemek adına ilk gün bizi en az güzel yere götürdüklerinin farkında değillerdi. Bilmiyorum. Tar şelalesine geldiğimizde hepimizin içi gitti. Nitekim içlerinde cengaver arkadaşlar pantolonları ile şelalenin altındaki gölete atladılar. Mayomuz havlumuz olmadığından biz cesaret edemedik. Önümüzdeki 3 günü üşüterek geçirmek istemediğimiz için şansımızı ertesi güne bıraktık.
Tar Şelalesi
İlk gün yorgunluğu ile kamp alanına geldikten sonra herkes biraz kestirdi. Akşam yemeğine doğru toparlandık, son derece güzel sulu yemeklerimizi yedikten sonra çimlerin ortasına tulumcu geçti, biz de horon “vurmaya” başladık. Horon tepmek demeyin, nitekim eşek miyiz biz gibi bir cevapla karşılaşabilirsiniz. Her şey beklediğimden kat kat daha güzeldi. İnsanlar inanılmaz yardımsever, hava kuşku götürmeyecek derecede şahane, ortam inanılmazdı. Ardından Tolga Sağ ile Erdal Erzincan sahneye çıktı – ki bu programda normalde yoktu. Tolga Sağ sevdiğim dinlediğim bir sanatçı değil, bana kalırsa ortama da gitmedi. Erdal Erzincan ise yine resmen piyano çalar gibi bağlama çalarak müthiş bir resital sundu. Adamı ilk defa canlı dinledim. Ve ilk dinleyişim de Çamlıhemşin’in Çinçiva köyünde bir çadır kamp alanındaydı. Yıllardır saz çalan biri olarak Erdal Erzincan ile tanışmak, ateşin başında yanyana oturmak Çinçiva Köyü’nde bir kamp alanına kısmetmiş.
Evet evet, Erdal Erzincan, o son derece mütevazi adam daha sonra bizimle oturdu ateşin başında şarkı türkü söyledi. Herkes uykusuz ve yorgun olduğu için, o gece tulum biraz daha erken bitti diyebiliriz. Ertesi gün sabah 7’den önce zıpkın gibi kalktım. Henüz 200 kişilik tuvalet sırası başlamadan, ‘Lavoba’ yazılı çeşmenin başına gidip yüzüme su serptim. Sanırım temiz ve açık havada uyumanın sağladığı bir dinlenme bu. Toplamda 6 saat kadar uyumuştum. Ve ilerleyen günlerde bu süre daha da azalacaktı. Sabah 7 gibi yoga dersi vardı. İlk defa bir eğitmen eşliğinde yoga dersine katılacağım için epey heyecanlıydım aslında.
Ardından hızlı bir kahvaltı sonrası Kavrun yaylasına doğru yola çıktık. 200 kişi servislere binip toprak patika yollardan epeyce bir yol gittikten sonra yaylaya vardık. 3000 metrenin üzerinde ağaç yetişmiyormuş. Epey yükseğe çıkmıştık. 3-4 saat öngördükleri bir yürüyüş rotamız vardı. Nefesimin o kadar yetip yetmeyeceğine çok da emin değildim aslında. Gaza gelen insanların bir çoğu yolun yarısında pes ettiler. Serviste oluşturduğumuz koca grup darmadağın oldu. Yaklaşık 16-18 kişiden biz dördümüz firesiz devam ettik, yolda Meltem ile Azra da bize katıldı. En son dillerimiz dışarıda bir halde Buzul Gölü’ne çıktık.
Buzul Gölü’ne çıkan patikada “karaduman” neymiş onu da tecrübe etmiş olduk. Karadeniz türkülerinde sık sık geçen “geldi bi karaduman”, hakikaten geldi mi tam geliyormuş. Günlük güneşlik, son derece açık olan hava, 15 saniyede gelen sis ile birlikte birden korku filmlerinden çıkma bir atmosfere bürünüyor. Hayatımda yaşadığım en güzel şeylerden biri, birden sis basması, o sisin içerisinde dağ bayır ilerlemek oldu. Kendimiz buralara gelelim gezelim diyenler için, bence rehbersiz biraz riskli olabilir. Tekrar düşünün. Öte yandan 200 kişilik bir zincir oluşturduğumuz için içimizden kaybolan olmadı. Tek bir grup halinde hızlı hızlı ilerleyemedik. Her telden insan olduğu için kimisi 1 saatte kimisi 3 saatte ancak çıkabildi. Kimisi de 10 dakikadan sonra geri döndü. Yolda tansiyonu düşenler, ayılıp bayılanlar, vazgeçenler için rehberler hemen geri dönüp onlara yardımcı oldular. Gerçekten bu kadar kalabalık bir grubu organize etmeleri için gereken çaba dikkate değerdi.
Buzul Gölü’ne vardığımızda yaklaşık 4 derecelik göl suyuna girmek için birbirimizi gaza getirdik. ‘Yüzdük’ diyemeyeceğim, nitekim girip çıktık. Aslında bu gezide de, bir çok macerada olduğu gibi “bir daha ne zaman yapıcaz, haydi!” cümlesinin etkisini yaşadık diyebilirim.
Buzul gölünden dönüşte sis daha yoğun daha baskındı. Yine de yokuş çıkmaktansa inmek daha eğlenceli oldu. Bu arada suluklarımızı rehberlere de sorup “Akan su kir tutmaz” mantığıyla sağdan soldan derelerden doldurduk. Ve hemen hemen hepimiz o sulardan içtik. Artık şehirli pis midelerimiz mi bu doğal suya alışamadı, girdiğimiz buzul gölünün mü etkisiydi, yoksa sis/güneş/sis/güneş/sis ikileminde terleyip soğumaların mı sonucu bilinmez, akşam 30’a yakın kişi kusma şikayeti ile hastanelere götürüldü. Benim biricik pimpirikli dostum, çadır arkadaşım, ortağım, adamım Yiğit de tabii bu 30 kişiden birisi olma şansını tattı. Neyse, şimdi burada kendisine çok yüklenip gömmek istemiyorum =)
Meltem’in “Dur bi dakika saçlarımı açiim” pozu
Birinci gün Kavrun (ya da Kavron) yaylası, sonrasındaki Buzul Gölü yürüşüyü bu şekilde geçti. Nemden, gece sıktığımız sinek kovucu spreyden, sabah sürdüğümüz güneş kreminden derimiz şimdiden 3 kat olmuştu, ve kamp alanında duş yoktu. Neyse ki Buzul gölünde yıkanmak biraz olsun bizi pakladı. Akşam Karadeniz müzikleri, sohbet muhabbet, yine tulum, yine horon ile yaklaşık 2’ye kadar devam etti.
Buralarda olmanın bir güzelliği de 4-5 saat uykunun yetiyor olması. Her sabah resmen zımba gibi uyandım. Pazartesi günkü programda sabah Pokut – Hazindak – Amlakit yaylaları. Ardından Palovit Şelalesi. Zilkale. En son da Fırtına Deresi üzerinde rafting ve zipline şeklindeydi. Evet okuyunca bir gün için size de biraz fazla gelmiş olması lazım. Nitekim bir sürü Rize türküsüne konu olmuş “sevdaluk edilen” Amlakit yaylasını pas geçtik, zaman kalmadı. Programda en çok burayı kaçırdığıma üzüldüm. Zilkale ve Palovit yanından dolmuşla hızlıca ilerlemek zorunda kaldık mesela, orada da duramadık. Bence organizasyonun tek ve en eksik yanı (tuvaletlerden sonra) bu kısımları pas geçmemiz oldu. Keşke bir gün daha olsaydı, ya da ilk gün sadece Tar Şelalesi yerine buralara gidilseydi. Zilkale’nin de Palovit’in de görüntüleri muhteşem. Ama 2 dakika dahi olsa durup bakamadık. Hırçın şoförümüz Osman Abi yanlarından son hız geçti. Yine de Pokut yaylasında geçirdiğimiz o gün her şeye değdi diyebilirim. Önce fotoğraflar, ardından birkaç cümle ile birkaç kitaplık malzeme çıkabilecek hislerimi aktarmaya çalışayım.
Pokut
(Atun beni ha bu guyudan aşağuya)
Hazindak (ya da Hazindag) yaylası, muhteşem güzellikte ahşap evler.
Bizim rehber Aytaç ile birlikte. Kendisini Kavrun’da çok gömdüm ama, neyse affetsin 🙂
Kartpostal misali.
(Sabahları böyle bir evde uyandığınızı düşünebiliyor musunuz? Hayali bile heyecan verici)
Pokut sanırım gezdiğim gördüğüm bütün ülkeler, şehirler, köyler kasabalar içerisinde en eşsiz manzaraya, en süper seyre sahip yerdi. Hala yeşilin bu kadar tonu mu vardı, vardıysa hepsi aynı yerde nasıl yanyana gelmişti sorularının cevabını bulabilmiş değilim. Orada yaşadığım huzuru, dinginliği, sessizliğin sesini çok az yerde tattım. Bazı yerler vardır orada sonsuza kadar kalsanız mutlu olacağınızı hissedersiniz. Dondursalar sizi o anda, çıkmasanız. Bir fotoğraf çerçevesi olsanız mesela. Pokut da öyle bir yer. Daha sonradan fotoğraflarına baktım, vadiyi sis kapladığında ise tam bir deniz görünümünü alıyor. Biz gittiğimizde sis yoktu hiç. Her türlü manzarası inanılmaz güzellikte. Bir yayla nasıl bu kadar güzel olur, insana aşk-vari duygular hissettirir görmüş oldum. Ankara’daki, İstanbul’daki Karadenizli insanlar neden sürekli bu müzikleri dinliyorlar, neden her saniye memleket aşkıyla tutuşuyorlar, topraklarını bu denli ölesiye sevip savunuyorlar gerçekten anladım. Ben bile geçirdiğim dört günde Karadeniz aşığı olup çıkmıştım. Hatta dönerken aksanım bile biraz kaymış, R harflerini söylerken ağzımdan çıkan kelimelere şaşırmaya başlamıştım. Ankara’ya döndükten sonra uzun bir süre sonra bile bu histen kurtulamadım. Fotoğrafları açıp baktıkça, orada olduğumu, yani gerçekten ruhen ve fiziken orada kısa bir süreliğine de olsa bulunduğumu hatırlayınca içim her seferinde sevinçle doluyor. O kadar etkiledi ki beni burası, döndüğümde işe başladığım ilk sabah Teknokent girişindeki güvenlikçiler, bilgisayarda yaptığım iş, yaşadığımız bu egzoz kokulu hayat inanılmaz saçma geldi. Neden burada yaşıyorum, ne yapıyorum ben buralarda sorusu günlerce kafamı kurcaladı. 35 yaşından önce buralarda bir ev alıp yazları burada geçirmeye karar verdim. O kadar param olmazsa da artık motosiklet + çadırla olduğu kadar 🙂 Pokut – Hazindak yürüyüşü nispeten Kavrun’a göre daha rahat, daha düzdü. Sadece şu yokuşu çıkmak biraz yordu :
Kavrun’a kıyasla bütün patikalar ağaçların ormanların içinden geçiyordu. Etrafta müthiş bir sessizlik, yine ara ara gelen sis. Uzaklardaki yeşil olduğunu bildiğiniz dağların maviye çalan rengi. Sanki doğa bir ilüzyon gösterisi sunuyor gibi. Aslında doğanın kendisini görüyoruz, her şey gözlerimizin önünde. Fakat yüz yıldır o kadar uzaklaşmışız ki buralardan, sanki doğal olan bu değilmiş de, çok doğa üstü bir olayla karşılaşmışız gibi tepkiler veriyoruz her birimiz. Neyse, işin felsefik, sosyolojik boyutuna girersem bu yazı bitmez. Dönelim Pokut’a… Yine Kavrun’a kıyasla herkes midesini bozduğundan ekibin hemen hemen yarısından fazlası bu yürüyüşte yoktu. Kimisi Pokut’tan sonra servislerle kampa dönmeyi tercih ettiler. Kimisi de bütün bu kısmı atlayıp direk raftinge gittiler. Hayatlarında gerçekten çok büyük bir güncellemeyi kaçırdılar bence. Belki seneye denk gelirler. İlk başta belirttiğim gibi, festival 20-40 yaş arası. Önümde her sene bu etkinliğe katılabilmek için sadece 12 yıl kalmış demektir bu 🙂
Pokut’a kadar Ayder yaylasından servis kalkıyor yazın. Kışın ise bu yol komple kapanıyormuş, araçla ulaşım mümkün değilmiş. Minibüsle yaklaşık 2 saate yakın yol gittik.Osman Abi son sürat devam ederken gittiğimiz yol ise tangır tungur taşlık topraklık, sol yanı uçurum, sağ yanı dağ, her tarafı yemyeşil bir yoldu. Bazı noktalarda minibüsten inip itmek zorunda kaldık, birkaç kere çamura saplandık. Minibüs o kadar sallandı ki omzumun sol tarafı resmen cama çarpmaktan çürüdü. Rehberin dediğine göre (bu arada rehber dediğime bakmayın, bu festivali organize eden Tayfun ve Caner’in gönüllü arkadaşları, çoğunluğu dağcılık kulüplerinden, memleketlilerini çağırmışlar, bu yüce gönüllü gönüllüler de yardım etmeye koşmuş gelmiş) normalde bu yolları bilerek yapmıyorlar dedi bize – ki Pokut vs. gibi yerler de Ayder’e benzemesin, o doğal güzelliği bozulmasın, otel araba vs. dolmasın. Mesela Ayder’de minibüs ile geçerken toplam 10 dakika filan durduk sadece. Gerçekten araba ve insan kaynıyordu. Kendi aracınızla gelirseniz buraya, tamponu bırakıp dönmeniz çok olası. O yüzden gelecekte alacağım yayla evinin yanına bir de 4×4 ekledim. Önümüzdeki 7 sene (35 yaşımdan önce dedim ya hani) yemeyip içmeyip para biriktirirsem belki bir ihtimal gerçekleştiririm bu dediklerimi.
Hazindak’tan sonra hızlıca rafting alanına doğru hareket ettik. Aslında raftingin olayı Mayıs ayında daha güzel, nehrin debisi epey düşük olduğu için çok bir heyecan yaşamadık. Tam gün batımına doğru kürek çekmemiz, indiğimiz anda da havanın kararmış olması süper denk geldi. Bir de göğsüme taktığım kameranın da gazıyla yüzmek için durduğumuz yerde kayalıklardan bizim kürekçi reis ile birlikte Fırtına Deresi’ne atladım. Heeey Hop. Heeey Hop! Rafting boyunca, dönüşte minibüsün içinde yine Hemşin türküleri söyledik.
Hemşin yaylalarina
Gidilur mi karadan oy
Gidilur mi karadan.
Artik kavuştur bizi
Yeri göği yaradan oy
Yeri göği yaradan.
Tabii ara ara saçma eklenti sözlerle de kahkalara boğulmadık değil 🙂
Carolin’i versaler
Öyle bir geçer zaman oy
Öyle bir geçer zaman.
Rafting’in en güzel yanı ise, tesislerinde duş olmasıydı 🙂 O yaz sıcağında, onca yürüyüşün terin, sinek kovucunun, güneş kreminin ardından sıcacık suyla duş almak inanılmaz bir ferahlık.
Son gün yine sabaha kadar horon ‘vurduk’. Karadeniz müzikleri ile coştuk, yaklaşık bir hafta kadar kulaklarımda çınlamaya devam edecek olan tulum melodilerinin son demlerini bu gece aldık. Döner dönmez Spotify listeme bulduğum bütün Hemşin türkülerini ekledim. Marsis’i de daha önce dinlememiştim onu da keşfetmiş oldum.
Ertesi sabah Rafting ekibinden Deniz ve Nur’un yönlendirmesiyle Çinçiva köyüne doğru yol alıp, yaban mersinli, kuymaklı, inanılmaz lezzetteki kaymak ve tereyağı ile birlikte kahvaltı yaptık. Fırtına Deresi’nin dibinde türk kahvemizi yudumladık. 3 günde yaşadıklarımızı 3 saatte konuşa konuşa bitiremedik. Ertesi gün hepimizin şehir hayatına dönecek olması, beyaz yakalı sıfatına tekrar bürüneceğimizi bilmek gerçekten acı verici olsa da, elden gelen bir şey (henüz) yoktu. Son olarak d Zua (anlamı deniz demekmiş, Cafe’deki Aydan’ın köyünün adıymış hatta) Cafe’de orman meyveli muhallebimizi, yayla çayımızı içip dönüş yoluna koyulduk.
Çinçiva (Şenyuva) da kahvaltı yaptığımız yer.
Zua Cafe / Nur & Deniz
Tayfun’un annesi olduğunu sandığım teyzenin hediyelik dükkanı. Ayrılırken hakkını helal et teyzecim deyip de eline uzandığımda gelip sarılışını hala unutabilmiş değilim. O anda ‘Al teyzecim beni evlatlık al’ diyesim gelmedi değil 🙂
Süper Sütlaç. Ankara’da en yakın şimdiye kadar Zigana Kebap’ta buldum bunu.
Ve çektiğim en güzel fotoğraflardan birisi, yine Pokut.
Kaçkarfest böyle bitti. Ufo gören masum köylü misali, doğa gören zalım şehirli gibi dolaştık. Seneye tekrar görüşmek üzere diyeceğim, fakat sanırım kışın da pansiyonlu versiyonunu yapacaklar 🙂 Belki birkaç ay sonra yeniden görüşürüz. Her sorunumuzla, en ufak derdimizle ilgilenen organizasyon ekibine, bu şahane 4 günü bize yaşattıkları için gerçekten teşekkür ediyorum. Hayatımın en güzel gezisi oldu.