Kitap / Ekim 2016

Bu ay da ucu ucuna da olsa, hedefi tamamlayabildim. Hatta üç buçuk bile oldu.

Emrah Serbes / Müptezeller (9/10)

Artık yazmayacağım deyip, ardından boksa yönelip, sonra yine şahane bi anlatımla ortaya çıkan adam. Tuhaftır ki, hikayeleri arasında gerçekten çok net bağlantılar var ve ben bu bağlantıları okuduğum 4 kitaptan sonra tesadüfen şu satırlar arasında gördüm :

1981 Yalova doğumlu. Akdeniz Üniversitesi Turizm İşletmeciliği ve Otelcilik Yüksekokulu’nu yarım bıraktı, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’nü bitirdi. Öğrencilik yıllarında BirGün gazetesi için söyleşiler kaleme aldı, Radikal 2 için tiyatro eleştirileri yazdı, Hayvan dergisinin Ankara muhabirliğini yaptı. Kitapları: Her Temas İz Bırakır (roman, 2006), Son Hafriyat (roman, 2008), Erken Kaybedenler (hikâye, 2009), Hikâyem Paramparça (seçki, 2012), Deliduman (roman, 2014), Müptezeller (roman, 2016).

Son kitabı (ki çıkalı sanırım 10 gün olmadı henüz) Antalya’da Turizm okuyan bir çocuğun garsonluk yaptığı otelde başlıyor. Adam okulu bırakıyor bi yerde. Ankara’ya Dil Tarih Coğrafya’ya geliyor. Babası işçi emeklisi. Bakkal açıyor babası (birkaç hikayesinde daha bu var). Deprem yine sık işlediği konulardan. Ve de bu hikayenin ana kahramanı kendi hikayesini yazıp da yazar olmaya çalışıyor (!!!). Yalnız bu son kitabındakilerin acaba ne kadarı kendisi, ne kadarı kurgu, ne kadarı yaşanmışlık bilemiyorum. Hürriyet’te verdiği bir ropörtajı okudum az önce. Şöyle demiş : Böyle bir şeyin tam ölçüsünü bilemem de aslında derdim biraz kendimden yola çıkıp başkasını anlatmak ya da anlatabilmek. Benim açımdan bakıldığında bu adamda benden bir sürü şey var. Benden olmayan şeyler de var. Ama ne kadarı ben dersek, bunu bilemem. Kitabın otobiyografik unsurları yüksek. 

Hiçbir zaman da bilemeyeceğiz, bu adam bunların ne kadarını yaşadı acaba. Kitabı dün gece Milas Havaalanı’nda aldım, o yorgunluğa rağmen bugün sabah serviste bitmişti. Gerçekten ‘bir solukta’ okudum. Anlatım tarzını çok seviyorum bu adamın. Bu sefer küfrün dibine vurmuş, ağzına ne geldiyse, benim kafamda sesli bile düşünemeyeceğim küfürleri çatır çatır yazmış. Daha bir gerçeklik kattığı kesin. Hatta bunlardan sonra ben de ağzımı bozmaya karar verdim yazarken. Kapak, yine ince detaylarla dolu.

Bu arada ropörtajın tamımını okumak isterseniz : http://www.hurriyet.com.tr/emrah-serbes-bazen-delirmek-de-care-degil-40255809

Seviyorum ulan bu adamı okumayı. Yıl geçse şu kitabın çoğunu hatırlarım. Mesela bir lafı vardır, Behzat Ç’den, ‘İyiler ilk görüşte tanınmaz.’. Yazar diğer yazarlar gibi değil. Kitapları diğer kitaplar gibi değil. Olaylar çat çat çat vuruyor yüzüne. Veronica neden öpmedi mesela, Karabüklü için neden ‘kardeşiyim’ demedi filan. Neden ağladı. Komşu yaşlı amcaya neden yardım etti anlıyorum. Fazla içten adam. Korkuyorum ileride bir gün ben de bu kadar içten olacağım, beni insanlar bir bakışta çat diye okuyacaklar görür görmez. Ne bir challenge kalacak, ne bir gizem. Adamın her hareketini tahmin edebiliyorum. Önceki kitaplarına nazaran komediden çok dram var hikayede. Her sayfasında hem de. Buram buram çaresizlik tütsüsü.

Kitabı az önce Ayça’ya verdim, o yüzden sadece bir bölümünü, tek bir alıntıyı not edebiliyorum buraya :

Teyze başını kaldırdı, bana baktı. Hadi bakalım anlat. Ama nasıl? Sırf ona değil herhangi bir insana, bir ölüm haberi nasıl verilir ki? Sırf ölüm haberi de değil, başka bi haber, güzel haberler mesela, gizli sevdalar. Hepsi aynı. Bir insana duyulan sevginin çaresizlikle kesiştiği anlar, hep aynı. Boşa konuşmak, aşkta da ölümde de, hepsi bir. Umut biter, sadece sözler kalır, kırık dökük, yaralı, tedirgin, gücenik. Hiç söylenmese de olacak, hiç söylenmese sonradan çekilen azapları da daha az olacak. Boşa söylenmiş sözlerin azabı, çoğu zaman hiç söylenmemiş sözlerin azabından ağır. Bazen bir cevap olur, daha beter. Bazen bir bakış olur, son umutları kırılmadan evvel teyzenin bana baktığı gibi, daha beter. Koyu koyu kazını içine o bakış, önce incecik bir saplanış, sonra genişler, büyüyen bir çatlak olur, kıvrım kıvrım yayılır, her yerde birden. Bir saat gelir, bir tel kopar, bir kiriş çatırdar, kuşlar havalanır önünden, bir bakarsın hayatının bütün camı çerçevesi inmiş, yine ayazda kalmışsın. Yüzünün cilası kazınmış, ellerin cebinde, enseni omuzlarına gömmüş, sağa sola boş boş çaresiz bakıyorsun, kafanda bir uğultu, boşluktan çıkan boşluk, başka hiçbir şey yok.

Yaz biter, güz biter, hep kışŸ gelir

Edit : Dostum Samet Kaşık‘tan bir anekdot aldım. Video’nun başında resmen Ankara’da yaşadığı (yani kendisini yaşadığı) evi, kitapta da satır satır, birebir, aynı şekilde (evin önüne araba parkettiği zaman mesela) anlatmış. Vay anasını sayın seyirciler.

Giray Kemer / Olaylar Boksörün Pazı Sarmasını Yemesiyle Başladı (6/10)

Deneme kitaplarımdan birisi bu. Evet farkedildiği üzere ismi son derece ilginç. Geçenlerde koro çalışmasına giderken, Milli Kütüphane – ODTÜ metrosu, ardından yürüye yürüye THBT binasına kadar okudum. Yazım stili güzel adamın. (Neden 6 o zaman diyeceksiniz, birazdan). Kitabı da ustası ve abisi Barış Bıçakçı‘ya ithaf etmiş. Bence müthiş yetenekli bi yazar. Biraz Emrah Serbes bulaşmış, biraz Barış Bıçakçı, biraz Murat Menteş. Çok da güzel olmuş. Fakat hikayeler çat diye bitiyor. 25 hikaye de birbiriyle alakalı, ama çat diye bitiyorlar. Müthiş bir hikaye kurgulayabilirmiş. Ankara’da geçmesi süper artı puan. Anlattığı bir çok yeri biliyor olmak bi taraflarımı kaldırmadı değil. Fakat güzel yerler olduğundan değil, bilinmedik yerler olduğundan (hayır, 06 Pavyon’dan bahsetmiyorum beyler!).

Bu adam ileride çok büyük işler yapar bence. Çok da tutulur. Kimse okumazsa ben okurum. Bunları okuyunca işte, benim de yazasım geliyor. Sonra böylesini yazamıyorum. Sonra yeniden kısır bir döngü.

Kudsi Erguner / Ayrılık Çeşmesi (8/10)

 Yukarıdakiler birer hikaye kitabı. Ayrılık Çeşmesi ile İletişim Yayınevi’nin bana bir sürprizi oldu. Kudsi Erguner adını hiç duymamıştım. Bir gün topluca sipariş ettikten sonra Aykut’un “Aaa bu meşhur Neyzen Kudsi Erguner mi? Kitabı mı varmış?” demesiyle baktım, zaten kitabın bir adı da “Bir Neyzenin Yolculuğu”.

Böyle okuduğunuz vakit, bir tasavvuf, bir öğreti, dinle ilişkili bir kitap gibi duruyor. Fakat adam kendi çocukluğundan başlayarak Türkiye’deki değişimi anlatmış. Mesela Konya’daki Şeb-i Arus törenleri 1950’lerden sonra başlamış biliyor musunuz? Hem de Amerika’nın Marshall yardımıyla alakalı da bir başlangıcı var. Cumhuriyet döneminde TRT radyolarında tamamen yasaklanan Osmanlı Müziği, (Ney, Tanbur, Sufi Müzikleri, Tasavvuf kökenli melodiler), Halk Müziği sonrası Türkiye’deki müzik değişimini anlatıyor adam. Köyden kente kadar ülkenin her yerine ulaşabilen tek iletişim aracı olan radyolarda nasıl sürekli klasik müzik dinletildiğini anlatıyor. O dönem kapatılan tekkeleri, tekke kültürünü, Mevlana öğretisini, Özbekler tekkesini, buralardaki müzisyenlerin daha sonra ne olduğunu, tasavvuf müziği dinleyenlerin nasıl gerici, yobaz ilan edilip, klasik müzik icrasına yönelenlerin nasıl ‘Çağdaş Türkiye’nin Yeni Yüzleri’ olduklarını. Kitabı müthiş bir üzüntüyle, müthiş bir keyifle okudum. Bilmediğim çok fazla şey öğrendim. Türk Müziği’nin batı müziğini taklit adına nasıl sadeleştirilme çabasına girişildiğini, eskinin nasıl yasaklanarak yok sayılmaya çalışıldığını… Kendi ülkesinde müzikleri yasaklanan insanların Paris gibi, Londra gibi yerlerde nasıl kıymet gördüğünü üzülerek okudum. Bu dönemde türeyen sahte dervişleri, din simsarlarını da yazarın birebir yaşadığı hikayeleri ise kafamda bir aşinalık hissi ile okudum. Kaybolan meşk geleneğine üzüldüm. Yitip giden yüzlerce yıllık müzik birikimine gerçekten içim parçalandı. Yazarın/neyzenin kendi çocukluğundaki hatıralarını, kitap boyunca kafamıza kafamıza çarptığı tüketim toplumuna bin kez tercih etmek istedim. Adamı anladım. Ayrılık Çeşmesi ne alaka derseniz şayet, bir wikipedia alıntısı ile cevap verebilirim (yazar da açıklıyor zaten) :

Fatih Sultan Mehmet döneminden sonra doğu yönüne sefer düzenleyen Osmanlı padişahlarının son sefer hazırlıklarının tamamlandığı ve yola koyulmak için toplandığı yerin çeşmenin de içinde bulunduğu eski İbrahimağa Çayırı olduğu bilinmektedir. Ayrıca Mekke’ye gitmek üzere yola çıkan Hacı kafileleri ve Surre Alayları’nın da burada toplaşıp uğurlandığı da bilinmektedir. Rivayete göre şehirden ayrılan kafileler son olarak buradan uğurlandığı için çeşmenin adı Ayrılık Çeşmesi olarak halk diline yerleşmiştir. Sefere buradan uğurlanan padişahlar içinde 4. Murat da vardır. Bağdat seferine giderken izlediği yola da halk Bağdat Yolu adını vermiş ve bugün hâlâ Bağdat Caddesi adı kullanılmaktadır.

Kitabı aslında Fransızca yazmış adam. Eşi Türkçe’ye çevirmiş. “Zeki Müren’in yeni yeni ünlendiği, çocukların yaz tatillerinde esnafın yanında zanaat öğrendiği, akşamları kadınlı erkekli komşuların kapı önlerinde çay içtiği ellili yıllar fonunda bir çocukluk. Peşinden dervişlerden, neyzenlerden oluşan aile ocağının mistik havasıyla İtalyan Lisesi’nin Batılı atmosferi arasında bocalayan ilk gençlik yılları. Ve nihayet uluslararası bir müzik kariyerine açılan Avrupa günleri…Kudsi Erguner samimi ve tevazu dolu anlatımıyla; bir yanda bugün artık kaybolan tekke ve tasavvuf geleneğinin nasıl bir gösteri sanatına indirgendiğini anlatırken, diğer yandan tecrübeleri ışığında Doğu ve Batı arasındaki anlayış farklılıklarını gözler önüne seriyor.”

Önce vaad edilen geleceğin hevesiyle geçmişini satıp, sonra da kandırıldığını anlayınca, değerli anılara gömülen nostalji meraklıları gittikçe arttı. Nostalji kavramı, geçmişin bugüne tercih edilmesi anlamına da geldiğinden, önceleri bazı siyasal çevreleri endişelendirdiyse de, yad edilen geçmişin sadece beş-on yıl öncesine ait olduğu anlaşılınca moda bile oldu.

Kitap bazı yerlerde sıkabilir, nitekim çok fazla isim, bahsedilen çok fazla müzisyen ve şeyh var. Fakat Hindistan’dan Japonya’ya, oradan Paris’e, sonrasında Londra’ya uzanan bir hikaye dinlemek isterseniz, bir şans verin bence. Özellikle ucundan müzik ile ilgileniyorsanız, biraz tasavvufa da ilgi duymuşsanız – ki okuduktan sonra benim ilgim arttı – iki hatta üç şans verin, bir değil. Kitabın başındaki hikayeyle bu değerlendirmemin de sonuna geliyorum :

Adamın biri, derin bir kuyuya düşmek üzereyken, son anda kuyunun ağzındaki kuru dala tutunmayı başarmış. Ama ağırlığına dayanamayarak çatırdamaya başlayan dalın kırılması an meselesiymiş. Korku içinde düşeceği kuyunun dibine doğru bakınca, aşağıda da koca bir canavarın onu ayaklarından yakalamak üzere olduğunu fark etmiş. Durumunun dehşetinden sıyrılıp kendini toparlamaya çalışan adam, boşlukta sallanırken kendisini taşıyan kuru dalın dibindeki bal peteğini fark etmiş. Bir eliyle yakaladığı dalı sımsıkı tutup, diğer eliyle baldan bir parmak alarak ağzına atmış. Keyifle bal tutan parmağını yalarken de: “Ah!!!” demiş, “Hayat ne güzel!” Feriuddin Attar.

Oğuz Atay / Tehlikeli Oyunlar (?/10)

Nalet olsun albayım. Yine bir Oğuz Atay faciası yaşadım. Yine başladım, bunun sonu da Tutunamayanlar gibi oldu. Okudum okudum, 79’a kadar keyifle bile okudum. Ama yok, olmayacak. Bu kitabı, ve bunun gibi kitapları, 4-5 günlük uzun tatillerde okumak gerek hakikaten. Olmuyor. Anlamak istiyorum, anlamak isteyince beynim yanıyor. Öyle Bodrum’da bir teknede giderken parça parça, sabahları servisle giderken yarı kapalı gözlerle, akşam iş yorgunluğu ile okunacak kitap değil.

Yukardaki diğer kitapları okurken gözlerim fal taşı gibi açılıyor, uyku filan kalmıyor bende. Fakat bu kitap öyle değil. Dedim ya, zamanı gelmemiş. Belki sonraki yaza, tehlikeli oyunlar oynamadığım bir dönemde okurum.

Önümüzdeki ay için : Önerilerinizi beklerim efenim.

Leave a Reply

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.