Eylül ayı bitmeden önce 4 kitap bitirdim. Zinciri kırma : Ayda 3 kitap planım tıkır tıkır devam ediyor. Bayram tatili dolayısıyla ekstra bir puan daha aldım. Çok da güzel kitaplar okudum bu ay. Bu kitapları konuşacak pek kimse olmadığı için.. Ben de buralara karalamalar yapıyorum artık.
Sinan Sülün / Karahindiba (7/10)
Karahindiba hani şu püf deyince uçuşan beyaz pamukçukların olduğu yaz bitkisi var ya? O işte. Kapak mükemmel bir tasarım. Kitap da 3 kısa hikayeden oluşuyor. Eskiden çok okumazdım ben böyle kitapları. Sanırım bu değişim Emrah Serbes – Erken Kaybedenler ile başladı. Ondan beridir hikaye okumaktan çok keyif alır oldum. Belki de hep güzel hikayeler denk geldiği içindir.
Aralık adlı hikayedeki tasvirleri müthiş buldum. Bence çok başarılıydı. Okurken aklıma kendi kitabıma ekleyebileceğim bölümler getirdi, biraz ilham verdi diyebilirim. Böylelike bitmeyen hikayeme bitmeyecek yeni bölümler koyma planları yaptım. Kitabı çok çok çok sevdim. Özellikle ilk ve son hikayeyi. Sanki biraz daha Oğuz Atay’ın sadesi, kolay okunuru, kısası. Klişe noktalar yok değil, bir sürü var. Yine de ben içerikten, dilden ziyade hep bana hissettirdikleriyle yorumluyorum kitapları. Rıfat’ın hikayesi de epey dokundurdu bana. İçtenlik, bu hayatta en önem verdiğim şey. İşte bu kitap da içten bir kitap. Rıfat’a üzüldüm. Üzüldüğümü duysa çok büyük ihtimalle umursamaz, bir ihtimal de kızardı. Rıfat ilk hikayenin ana karakteri.
İkinci hikaye Mavi Pelikan’ı hızlı okudum. Neyin metaforu, yani sevdiğimiz şeylerden çok çabuk mu bıkıyoruz? Toplum baskısı mı? Bir mesajlar var ama keyif almadım pek.
Karahindiba, Adnan Çubuk adlı işsiz bir gencin hikayesini, hayattan kopuşunu konu almış. En çok bunu beğendim. Gerçekten şahane yazmış adam.
Bize her şeyi yanlış öğretmişler Kudret. Bu dünyanın dörtte biri kara, dörtte üçü gözyaşıymış. İnsanlıktan ikmale kalmışız haberimiz yok.
Ama Tanrı çirkinleri ve hikâyeleri seviyordu.
Dışarıda koskoca bir dünya var. Zıplasan, çıksan göreceksin. Ölürüm diyorsun, denize kadar gidemem diyorsun. Gitme, öl, ne çıkar. Kovanın içinde senin gibi onlarca korkakla yaşayacağına, hiç değilse cesur ve özgür olarak ölürsün. Ama sen o kovadan atlayamayacak kadar korkaksın. Sen, senin için tüm hayatını vermeye hazır birini sevemeyecek kadar korkaksın.
Orhan Berent / Trenler Çıldırırsa (6/10)
Yazım stili olarak ara ara ‘kasıntı’ bulduğum kısımlar olmadı değil. Ben de bazen yapıyorum bunu. Yazdığım cümle çok sade, çok basit oldu diye düşünüp benzetmeler kasıyorum. Bu adamda da yer yer benzer şeylere rastladım. Fakat şunu söylemeden geçemem, hikayenin genel gidişatı, Deli Mümtaz’ın hikayesini önce kendisinden, sonra ateşçisinden, ardından eski karısından vs. dinlemek inanılmaz keyifliydi. Hikaye saplantı derecesinde tren tutkusu olan makinist Mümtaz Efendi’nin etrafında dönüyor, fakat aynı hikayenin farklı zaman dilimlerine yayılımını, çevresindekilerden de dinliyoruz.
Aynı hayata, aynı pencereden bakıyoruz, fakat hepimizin kendimize göre sakladığımız, söylemediğimiz, yanlış anladığımız yönleri var. Bu açıdan okuduğum diğer kitaplardan farklı ve güzel hikayeler bütünüydü. Zaten ince bir kitap, benim gibi trenleri ve tren istasyonlarını seviyorsanız bence bir şans verebilirsiniz. Yazar ile yapılmış bir ropörtaja şurada rastladım : http://www.edebiyathaber.net/berent-ruzgar-arka-sokaklara-ulasamiyor/
Alıntı yapacak pek bir şeye rastlamadım. Adam sanki trenlere bunca ilgim var, e İzmir’in yakın geçmişini de biliyorum, dur ben bir kitap yazayım demiş ve ortaya böyle bir şey çıkmış. Aslında tren istasyonları kendince bol bol hikayeler barındırdığı için, her biri ayrı bir kitap niteliğinde. Oscar Wilde’ın çok sevdiğim bir sözünü eklemek istiyorum müsaadenizle :
I never travel without my diary. One should always have something sensational to read in the train
Stendhal / Parma Manastırı (4/10)
Nalet kitap Parma Manastırı’nı sonunda bitirdim. Son 200 sayfayı sırf meraktan, acaba sonunda ne olacak diye diye okudum. En sonunda da “E hadi kalkın gidin artık” tarzı 1.5 sayfa (2 bile değil) alelacele toparlanmış bir final ile birlikte hayal kırıklığım tavan yaptı. Daha sonra okuduğum incelemelerde farkettim ki, editör hadi artık bitir deyince, Stendhal da bir başka kitaba başlayınca, bunu böyle bitirmiş. Ayıp. İnsan düşmanına yapmaz bunu. 500 sayfa bir de.
Kitabı okumamda etkisi olan ve devam etmem için motive eden şeylerden birisi şuydu : Yazılalı 200 yıl olmuş! Seyahatname’yi de okurken benzer bir hisse kapılmıştım. Veyahut Shakespeare – Hamlet, Machiavelli – The Prince. Yüzlerce yıl önceden kopup gelen kelimeler, hikayeler beni heyecanlandırıyor. Yazarın 1800 yılında belki de bu gün kalemi/tüyü, artık her neyse onu eline alıp hokka’ya batırışını canlandırıyorum kafamda. Bu kitapla ilgili bir başka itirafım da sırf kapağını çok beğendiğim için almış olmam. İlk defa böyle bir şey yapıyor değilim. Bknz : Şule Gürbüz / “Öyle Miymiş ?” Gelelim not ettiğim birkaç özlü söze :
Korku insanı acımasız yapar!
Her çağda aşağılık Sanço Panza’lar yüce Don Kişot’lara uzun vadede üstün gelecektir.
Gönüllerinde mutsuzluk yatan bütün insanlar gibi, Markiz de dinlediği yüce müzikten duygulanmıştı.
Clelia’yı gözümde çok net canlandırabildim. Belki Fabrizio ile birlikte ben de aşık oldum. Son olarak, kitabı okurken merakıma yenik düşüp Kont, Marki, Dük gibi ünvanları da inceleme fırsatı edindim. Aralarındaki farkı öğrenmiş oldum. Kilise, Kathedral, Bazilika vs. arasındaki farkı öğrendiğim zamanki gibi bir aydınlanma hissediyorum. Fakat yakında yine bu farkları unutacağım.
Serhan Ergin / Bize Kalsa Böyle Geçerdi Akşamlar (8/10)
En güzelini en sona sakladım. Kitabın kapağının özel bir anlamı var elbet, masadaki her bir bardak, bir karakteri temsil ediyor. Bira Mahir, Vodka/Cin Zafer, Beyaz Şarap ise Filiz. Yine de bence kapak son derece dandik olmuş. Son zamanlarda İletişim’in kapaklarına hasta olduğum için bu konuda bi eksi puan yazdım kitaba. Aylardır bu kadar tatlı bir yazı okumadığım için ise eksi puanlar karahindiba çiçeği misali dağıldı gitti. Hemen artıları ile başlıyorum :
- Ankara’da yazılmış bir hikaye. Okurken siz de sakarya’da sarhoş olup, Hamamönü yokuşundaki kaldırımda düşe kalka yürüyorsunuz, Ankara ayazının tarifinde yüzünüze kocaman bildik bir gülümseme yayılıyor.
- Bizim Büyük Çaresizliğimiz’i – ki en sevdiğim kitaplardan – hatırlatan bazı yönleri yok değil. Yine aynı kadına aşık olan iki orta yaşlı karakter var kitapta. Barış Bıçakçı romanında Ender yaşanmış olayları Çetin’e anlatırken, bu hikayede Mahir, yıllardır en yakın dostu olan Zafer’e anlatıyor. Pişmanlığını anlatıyor – birazdan buna geleceğiz – ve çevrenizdeki Zaferleri gerçekten hemen şıp diye kafanızda canlandırıyorsunuz. Benim gibi az biraz okuyan, düşünceli, duygusal bir tipseniz kendinizi hemen Mahir ile eşleştirmeniz ise çok olası.
Kitap son derece akıcı, ince, hikaye güzel. Mahir’in kendini aklama çabasını (Ne yapabilirdim ki Zafer? Sen olsan ne yapardın?) pişmanlığını, Zafer’i ikna etmeye çalışırken aslında kendisini ve bizi ikna etmeye çalıştığını apaçık görüyorsunuz. Fakat ben yedim mi? Yemedim. Haksızsın Mahir.
Kitap beni o kadar sardı ki, Cuma gece gözlerim acıyana kadar okudum, Cumartesi sabah 8’de uyanıp daha çişimi yapmaya bile gitmeden okumaya devam ettim. Cumartesi akşam da yemeğe gideceğim bi arkadaşı beklerken, önce araba yıkama sırasında, ardından erken gittiğim lokantada okuyup kapağını kapattım.
Bir Barış Bıçakçı değil, evet. Fakat okuması daha zevkli, yormuyor insanı. Ve “duyguyu” dibine kadar damardan pompalıyor. Sakin, abartısız. Mahir’in haksız olduğunu biliyorsunuz, ama okurken de “yazık lan adama” hissinden çıkamıyorsunuz. Eymir’de siz de o güzeller güzeli Filiz ile bisiklet sürüyorsunuz, Tunalı’da dolaşıyorsunuz, Kuğulu Park’ta birini beklerken vakit geçiriyorsunuz. Mahir de, Zafer de, Filiz de çok tanıdık. Ankara’yı özlediyseniz bence okuyun. Top 10 kitap listeme girebilir. Tekrar okuyunca karar vereceğim.
Yorumları okudum, vasat bir Barış Bıçakçı taklidi diyenler var. Klasik bir aşk üçgeni, “arkadaşımın aşkısın” hikayesi şeklinde yorumlayanlar var. Ben 8 verdim. Kitaba başlar başlamaz, tekrar okuyacağıma emin olduğum için altını çizmedim, ama şöyle güzel bir kısmını alıntılamak istiyorum :
Senle bana kalsa Sakarya daki o küçük birahaneye, memurların, emeklilerin müdavimi olduğu, buruşuk takım elbiseleriyle dünyadan kaçıp içki kadehlerine sığınmaya çalıştıkları, kırık görünümleriyle oturup ölümlerini bekledikleri samimi yuvaya gideriz. O memurlar, ki bir memur Ankara’da her koşulda yalnız bir insandır, üç-beş kadehten sonra dünyadan değil yalnızlıktan kaçmaya uğraşırlar bu kez. Takriben üçüncü ila dördüncü duble arası gelirler yanımıza. Masaya oturmadan izin istemeyi ihmal etmezler. Sonra anlatmaya başlarlar, ne anlattıklarının pek önemi yoktur, önemli olan alkolün kaynatıp fokurdatarak içeriden dile kadar yükselttiği kelimelerin dışarı boşaltılmasıdır. Dinleriz onları, dinledikçe sever, dinledikçe üzülürüz, bazen de sıkılırız. Bir evde hangi duygular yaşanırsa yaşarız onlarla orada. Gecenin sonunda yampiri yampiri yürüyüşlerine bakarız artlarından. Bize kalsa böyle geçerdi akşamlar. Ama Filiz geldi.
Önümüzdeki ay için :
– Oğuz Atay / Tehlikeli Oyunlar
– Giray Kemer / Olaylar Boksörün Pazı Sarmasını Yemesiyle Başladı
ve de tarzımın dışında bir kitap planlıyorum. Bakalım. Bu arada Tarkovsky’nin iki kitabını almıştım : Mühürlenmiş Zaman ve Zaman Zaman İçinde. Eduardo Galeano’nun da Aynalar kitabı vardı. Son olarak da Elizabeth Costello’nun Romancının Romanı. Bunların hepsine başlayıp bir 10’ar sayfadan sonra bıraktım. Çok sarmadı. Bir zamanlar kitapları konuşabildiğim bir tanıdığın dediği gibi, “henüz zamanı gelmedi demek ki”.