Evdeki gergin havadan sıyrılmak, biraz da macera aramak için bir pazar sabahı 7’de kalktım. Normalde beni birisi dürtse, yüzümü köpek yalasa, ya da yan binada inşaat çalışması olsa dahi kimse beni Pazar sabahı 7’de uyandıracak kudrete sahip değildir derdim. Kalkarsam da muhtemelen kahvaltı yapar tekrar uyurum. Bana sorsanız günün en güzel uykusu kahvaltı sonrası uykusudur. Kahvaltı sonrası uykusu hayata bir boşvermişlik, bir rahatlık, bir plansızlık katar çünkü. Özgürlük hissi verir. Aylar hatta yıllar sonra sabah 7’de kendiliğimden uyanmam bu şekilde oldu. Artık vücuda gece boyunca pompalanan adrenalin mi sebep, yoksa gerçekten biyolojik alarm diye bir şey var mı bilmiyorum. O sabah ilk defa motosikletle uzun yola çıkacaktım. Buluşma da erken saatteydi. Ne zaman büyük konuşsam başıma büyük işler gelir. Normalde hayatta kalkmam dememden iki hafta geçmeden yine sabahın köründe – bu sefer ama safi heyecandan – 7’de uyanacaktım. Kendiliğimden. Hem de o güne dair planım akşam iftar sonrasıydı.
Pazar sabahı, o saatte kaskım mutfak masasının üzerinde, kahvaltı yaptığımı gören annem şaşkın nereye gittiğimi sordu. Motosiklet grubuyla biraz dolaşacağız dedim. İçlerine kurt düşürmemek adına Çankırı kısmını kendime sakladım. Aslında 1.5 saatlik yol, fakat nedense Çankırı deyince, bir başka şehir, bir başka dünya, saatler sürecek bir yolculuk akla geldiğinden, sevgili ailemin aklına karpuz kabuğu düşürmek istemedim. Esas planım sabah kimseler uyanmadan çıkmaktı, fakat hayat her zaman planladığımız gibi gitmiyor. Kim demiş bilmiyorum, fakat “Hayat biz planlar yaparken olup bitenlerdir” gibi bir söz okumuştum bir yerlerde. Kimin söylediğini bilmiyorsanız da Saygın söylemiş, o planlamış. Saygın plan yaptığında hep başka şeyler olup bitiyormuş dersiniz. O sabah ellerim yağ içinde motosikletin zincir gerginliğini kontrol ederken Çankırı’dan dönüşte neler olacak, o gün kimlerle tanışacağım, hayatımın gidişatı nasıl değişecek bilmiyordum elbette. Depoya inip motoru gün ışığına çıkardım. “Hoşgeldin bilader” dedi bana. Özlemiş, epeydir bekliyormuş beni. Hiç ilgimi alakamı eksik etmedim. Henüz diğer motorcularla buluşmamıza 1.5 saat vardı. Akrostiş ‘AYSEL H’anım testini yavaş yavaş, motorun sağına soluna dokuna dokuna uyguladım. Seviyorum keratayı.
Akaryakıt – Az, yola çıkmadan önce doldurmak lazım.
Yağ – Azalma yok. Süper.
Su – Su soğutmalı benim motor. Bu suyun kendisi ısınmıyor mu bilmiyorum. Bu olayı hiç çözemedim. Benim bildiğim sadece Seferihisar’ın suyu buz gibidir, o soğutur. Bir gün tutup bir makine mühendisi bir arkadaşa bir ara sormak lazım.
Elektrik – Sinyaller tamam. Farlarda sorun yok. Marş düzgün. Sesi şiir gibi.
Lastikler – Basınç azalmış olabilir, benzin alırken bir ölçmem gerek.
Hasar kontrol – Bence bu zımbırtı tamamen Aysel Hanım’ın H’si de olsun diye uydurulmuş bir şey. Hasar varsa vardır zaten, nasıl kontrol edebilirim ki ? Benim motorun vites göstergesi bile yok, hasarı nasıl göstersin ? Belki de kişinin kendisinde, kafasında bir problem, bir psikolojik hasar var mı, onu kastediyorlardır. Kafası müthiş dolu olanlar binmemeli, fakat benim gibi hafif sıyrıklarla dolular için risk minimum seviyede. Kaskımı taktım, yola hazır ve nazırdım.
6 kişi toplanıp yola çıktığımızda keyfim yerindeydi. Uzun yol kafa dağıtmak için birebir. Sadece yolu okuyup yorumlamak biraz beyin yakıcı. Geri kalan bütün uzuvlar motosikletle bütünleşmiş, zaman bol ve düşünecek çok şey var. Arabadaki gibi değil, etrafta her şey son derece gerçek. Benim yalnızlığım ne kadar gerçekse o anda, ayağımın 20 cm altında akan asfalt son derece gerçek, sağda solda bize el sallayan çiftçiler, yanımızdan korna çalarak geçen traktörler. Ağaçlar. En çok da rüzgar gerçek. Önceki yazılarda anlatmıştım ya, Serkant Hoca, ve rüzgarı hissetmek.
Pimpirikli bi insanım ben. Bir elektronik eşya almak için günlerce irdelerim. Bir hikayeye başlamadan önce saatlerce kurgularım. Playlist’imi tekrar tekrar düzenlerim. Fakat bazı anlar var, “İşte bu” dediğim anlar. O zamanlarda bir saniye duraklamam. Motosiklete böyle başladım. Kabak kemane alırken böyle aldım. Yüksek lisansa giderken de son gün çat diye başvurmuştum. Çankırı dönüşünde, Bilkent çimlerinde otururken yine benzer bir hissi yaşayacaktım. ‘That’s it’.
Çankırı yolunda rüzgarın ve tüm gerçekliğin basıncı omuzlarımda arttığı sırada kafamdan milyonlarca fikir geçiyordu. Rüzgar bile değil aslında. Hava. Havanın varlığını bu kadar bedeninde hissedebilmek tuhaf bir duygu. Oğlu askerden dönen annelerin gözlerinin dolması, aşk acısı çekenlerin midesinin kasılması gibi bir bir his. Varlığını açık açık göremediğim bir şeyin bütün vücudumu sarıp sarmaladığını hissetmek… Ve de rüzgarın kafamdaki soruları, sorunları nasıl uçurup götürdüğü. Yerine yenilerini getirdiği. Basınç arttıkça hızlandığımın farkında vardım. Hem düşüncelerimdeki, hem de asfalttaki hızımı düşürdüm. Düşmeye korktuğum için ayağımın altında kayıp giden asfaltın büyüleyici görüntüsüne çok bakamıyordum. Motosikletteki düşüşü engelleyebilirdim de, ‘düşünce çakılması’ çok çözümü kolay bir olay değildi.
Çankırı’yı hiç göremedik, girişinde bi çay içtik, dönüş yoluna başladık. Olay varış yeri değildi zaten, sürüşün kendisiydi. Virajlardaki motorun yana yatma hissi, sağ elimin parmakları altındaki gazın hayatımın gidişatını nasıl etkilediğiydi. Rahatlamış, sakinleşmiş, huzur bulmuştum. Hem sürüşü değerlendirmek, hem de dağılmadan önce son bir kez kahve içmek üzere arkadaşlarla mola vermiştik. Saatler boyunca telefonuma bakmamışım. Gerçekliğe kendimi kaptırınca sanal dünyadan anında kopmuşum. Alperen’den gelen mesajla birlikte toparlanıp Bilkent’teki çim alana doğru yola çıktım. Henüz yorulmamıştım. Bilkent’in mezunlar gününe gidip birkaç piyango bileti alıp eve yine birkaç kilo un ile dönmeyi planlıyordum. Son gittiğim mezunlar günü çekilişinden 3 kilo un, 2 paket çay, bir şişe kırmızı şarap ve de bir Bilkent tişörtü kazanmıştım. Bir de tarot falı. Bu sene ise bir paket sallama çay, bir kupa, yine bir Bilkent tişörtü ve kocaman iki güzel göz ile çekilişi kapattım.
Sevdiğim sayı 6. Fakat haftaya 7Göller’e gidiyordum. ‘Gerçek uzun yolculuk’ o zaman başlayacaktı. Çankırı ve o pazar günü sadece başlangıçtı. Yedigöller ise bir motosiklet ve on yüz bin milyon düşünce ile gerçek bir uzun yol denemesiydi. İlk defa Kızılcahamam’da motosikletten hakikaten düştüm. Merak etmeyin, kafamdaki sıyrıklar dahil bir şey olmadı =)