İlk uzun yol deneyimim yine Çankırı’ydı, fakat farklı bir rota üzerinden gitmiştik. Bu pazar yine Çankırı – Çerkeş yolundayız. O zamandan bu zamana 1000 km kadar daha tecrübeliyim, ki bu benim durumumda %30 gelişim demek.
Dün akşam hava kararmadan önce zincir yağladım. Zincir yağlamak, ya da genel olarak motosikletle ilgilenmek çok keyifli. Bütün spreylerimi, bezlerimi, etrafı pisletmemek adına yere sereceğim kartonları, en son da Müjgan’ı dışarı çıkardım. Şimdiye kadar söylememişim, Müjgan motosikletimin adı. Müjgan kelime anlamı olarak kirpik demek, motosiklete ismini veren ise bir Attila İlhan dizesi.
Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız
Yalnız kederli yalnızlığımız da sıralı sırasız
O mahur beste çalar müjganla ben ağlaşırız
Dün sıcak bir Gazimahallesi akşamında, gaz yağını bolca püskürtüp zincirin üzerindeki bütün pisliği akıttım. Fırçalayıp orjinal gri rengine döndürdüm. Gerçekten kafam da temizlendi. Böyle şeylerle uğraşırken, enstrüman çalarken misal, kendimi dış dünyadan tamamen soyutlayabiliyorum. Sanki paralel bir evrene geçiş yapmışım da zaman durmuş gibi. Alıyorum fırçayı elime, sanki bir tablo boyar gibi, çıkma motor yağını zincire sürüyorum. Açık gri renkten yanmış karamel rengine dönüyor zincir. Aklıma ortaokuldayken katıldığım resim yarışmaları geliyor böyle zamanlarda. Sena’ydı sanırım resim öğretmenimizin adı. Çini mürekkepli, acayip hamurlu, boncuklu resimler yaptırırdı. En çok kara kalemi severdim. Ne çok belge, ne çok ödül aldım. Bir sürü resim yarışmasına katıldım. En son ortaokul son sınıfta Güvenpark’ta bir resim etkinliği vardı. Yüzlerce ortaokul öğrencisi orada toplanmış resim yapıyorlardı. Bizim okuldan 3 kişi gitmiştik. Hayran kalmıştım. Şimdi polislerin kol gezdiği, insanların pokemon avladığı Güvenpark’ta. Orada resim yapan çocukların heyecanı gibi benim resim yeteneğim de bir yerlere gömüldü. Resme dair tek yeteneğim artık motosiklet zincirine vurulan yağlı fırça darbelerinden ibaret. Onu bile bir Rembrandt inceliği ile yapıyorum. Eski alışkanlıklardan olsa gerek. Zinciri bir gün önceden yağladım, Müjgan’ı ertesi güne zımba gibi olacak şekilde temizledim. Her tarafının 24 saat geçmeden böcek ölüsü ile kaplanacağını bildiğim halde.
Sabah yine kendiliğimden erkenden kalktım : sabah 6:30’da. 15 gündür terasta sabah kuş ve karga sesleri ile uyanıyorum. Depremlerde bile uykusundan ödün vermeyen ben, kazandığım bu yeni alışkanlığın etkisiyle zıpkın gibi fırlıyorum sabahları yataktan. 15 gündür erken kalkıp yoga yapmaya çalışıyorum. Bazen 7:30’da çalacak olan alarmı beklemek üzere tekrar yatıyorum. Bugün değil. Bugün yoga yapmayı planlamıştım, fakat Erin Motz’un 30 günlük challengeın tam ortasında hocanın değişmesi hiç tatlı olmadı. Bütün motivasyonumu kaybettim. Zorlandığım eski hareketleri tekrarlasam mı diye düşündüm. Gözüm terastaki salıncağa kaydı. Henüz yeni yeni olmaya başlayan sarı domateslerden birkaç tane koparıp salıncağa uzanıyorum. Hiç sarı domates yediniz mi?
Saat 9’a yaklaşırken terastaki salıncaktan ve düşüncelerimden sıyrılıp hazırlanmaya başlıyorum. 9:30’da diğer motorcu ekiple buluşmamız gerek. Kafes Fırın’da kahvaltı yapıp hep birlikte yola koyulacağız. Motosikletimi depodan dışarı çıkarıyorum. Siyah kaskım tek bir bulut olmayan Ankara sabahında . Üzerimde siyah yazlık montum, yazlık motosiklet pantolonum, çizmem ve ekstradan dizliklerim, yazlık eldivenlerim, kaskın içine taktığım Dechatlon’dan alınma 10 TL’lik güneş gözlüğüm, kulak tıkaçlarım. Babamın “üzerine para verseler yine de giymem bunca şeyi. Manyaklık bu!” veya “Oğlum nereden çıktı bu şehir dışı işi? Sinirleniyorum bak!” cümleleri 12 saat öncesinden gelip az önce taktığım kaskın içinde yankılanıyor.
Bugün süper bir gün olacak. Kafes Fırın’da koca bir masa motosiklet ekipmanı dolu. 10 kişi sayıyorum hızlıca. Tanıdığım sadece Serap ve Murat var. Murat’ın soyadı Erkoşan, o yüzden herkes kendisine Erkoşan diye hitap ediyor. Soyadı ile çağrılan insanları seviyorum. Ortaokul 1. sınıftayken Gölcük depreminden hemen sonra bizim sınıfa yeni bi çocuk gelmişti. Burak Levent. Türkçe öğretmenimiz sormuştu kim Burak’ı yanına almak ister diye. Ben o sıralar Berkay ile oturuyordum, zaten hepimiz 2 kişilik ufacık sıralarda 2’li 3’lü oturuyorduk. Kimse parmak kaldırmayınca ben parmak kaldırdım. Berkay zaten iki kişi oturuyorduk diye kızdı bana. Umrumda değildi çok. Burak Levent benim en yakın arkadaşlarımdan biri oldu 10 yıl boyunca. Ona da hep Levent diye hitap ettik. Erkoşan’a henüz Erkoşan demiş değilim, ama biliyorum ki bir kere ağzımdan çıksa, zinciri kıracağım. 1 Mayıs’ta birlikte aldığımız ileri sürüş eğitiminden, ve Ayaş-Güdül-Sorgun rotasından tanışıyoruz onunla. Şimdiye kadarki motosiklet gezilerimde değişmeyen iki sabit hep Serap ve Erkoşan oldular. İkisi de benden 5 kat tecrübeli. İkisi de her zaman motive edici.
Aşağıdaki gibi bir rota izleyecğiz bugün. Ankara – Kazan – Kızılcahamam – Işıkdağı – Çerkeş – Kurşunlu – Korgun – Çankırı – Şabanözü – Çubuk – Ankara
Motosikletlere atlıyoruz, Kazan’a yaklaşırken etrafta binalar yavaş yavaş kaybolmaya başlıyor. Köy yerlerinden geçiyoruz. Etrafta traktörlerle saman balyaları taşıyan amcalar var. Anneleriyle tarlaya giden kapkara tenli ufak çocuklar merakla bize bakıyorlar. 12 motosikletliyiz bu sabah. Gelmeden önce geldiğimizi haber veren sesler çıkararak geliyoruz çünkü. Traktörler yine korna çalıyorlar. Yanlarından geçtiğimiz tırlar kenara çekilip bize yol veriyorlar, geçerken yine korna çalıyorlar. Çocuklar her gördüğü yerde bize el sallıyor. Karşı şeritten gelen bir başka motosiklet grubu korna çalarak bizi selamlıyorlar. Dünya üzerinde birbirini görünce korna çalarak selamlayan tek araç grubu var : motosiklet. Yine de ben el sallayan traktördeki amcaları daha çok seviyorum. Hiç bu kadar kalabalık bir ekiple yola çıkmamıştım. Serap’ı takip ediyorum. İkimiz de aynı eğitimi aldığımız için, kafamda bir sonraki konumu düşünürken Serap aynı noktaya geçişe başlamış oluyor. Sanki bir kullanım kılavuzu adımlarını izler gibi benzer hamlelerle yola devam ediyoruz. En düşük cc’li motosiklet benim olduğu için en arkadan ben geliyorum. Bir sonraki mola noktasına daha epey var. Kurtboğazı barajını geçerken hızımı pek azaltmıyorum.
Kızılcahamam’ın Holywood çakması bir tabelası var, dağın üzerinde, gözden kaçması mümkün değil. Buraya gelirken herkes hızını azaltıyor çünkü ileride radar ve kontrol noktası var. Normalde ön tarafta plaka olmadığı için radarlar motosikletleri yakalayamıyorlar, fakat yine de saygısızlık etmemek, kışkırtmamak, ya da taze motorcu olarak benim bilmediğim başka sebeplerden ötürü yavaşlayarak geçiyoruz. Şansımıza bu sefer kimse yok. Buradaki yollar ağaçlık. İnanılmaz bir manzara var. Sağ tarafımda Eğrekkaya Barajı diye bir yerden geçiyoruz. Biraz geride kalıp, sakin sakin sağdaki manzarayı izliyorum. Önümdekiler arayı açıyorlar. Arkamda araba yok. Yollar gerçekten kaymak gibi. Durup fotoğraf çekmek, çekilmek istiyorum. Müjgan da istiyor, ama ilk defa gittiğim bu rotada kaybolmamam lazım. Mola noktasından da emin olamadığım için gaz kolunu kökleyip hızımı biraz arttırıyorum. Belki dönüşte. Veya belki kendi başıma çıkacağım bir sonraki gezide. Buraların hepsinde durmak üzere not ediyorum gereken noktaları. Her birinden güzel birkaç kare yakalamak, güzel insanlara göndermek üzere.
Baraj gölünü geçince yeryüzünde sadece iki renk hakim oluyor. Kahverenginin ve yeşilin her tonu. Araba sürerken bu kadar farkedilmiyor renkler. Sanki hayatı bir instagram filtresinden geçirmişiz, kaskın vizörüne de vivid bir eklenti kurmuşuz gibi her yer. Gittiğimiz yol bir Karadeniz değil, bir Antalya virajları değil, İç Anadolu bozkırları. Yine de seyr-ü sefa. Yine şansıma trafik de çok yok, dikkatimi çok dağıtmadan biraz sağa sola bakarak yola devam ediyorum. Çalılar, çimenler, ağaçlar. Işık Dağı’na doğru çıktıkça yeşillik oranı daha da artıyor. Virajlarda az ileride Serap var, diğerleri görüş mesafemden çıktılar. Şu anda ben, müjgan, sağ tarafımdaki uçurum ve bozkır varız. Ve manzarayı kaplayan bir kısım ağaçlar. Burada Yedigöller gibi ağaçtan tüneller yok, güneş hala tepemizde. Fakat efil efil dediğimiz şekilde, rüzgar yine bütün bedenimde, kaskımın içinde dönüyor. Kulak tıkacım olduğu için motor sesi ve rüzgar daha hafif, daha az rahatsız edici. Kendi kendimle konuşmaya başlıyorum. VLOG videoları çekenler gibi. Sanki birine anlatır gibi hayatımı kendi kendime anlatıyorum. Yeni eklenen hayal kırıklıklarımı kendi kendimle konuşuyorum. Arada da motosiklet, hız, konumlanma ile ilgili bilgileri kendi kendime anlatıyorum. “Tepe üstü var, P1’e geçmem lazım. Yolun sağında bir renk farkı yok. Devam”. İlk mola yerine az kaldı, yol düzleşince en ileride Erkoşan kaskının tepesindeki kamera ile video çekmeye devam ediyor. “Sağa viraj tabelası, P3’te konumlan. Hızı düşür, vitesi küçült. Bağırıyor biraz motor, önemli değil, devir yüksek kalsın. Unutma, şerit çizgisi senin için görünmez bir duvar.” Pazartesi günü yapacağım işleri kafamdan geçiriyorum. Yazlık ToDo listemi gözden – kafamdan – geçiriyorum. Bu hafta gelecek olan kabak kemanemi düşünüyorum. Bir hoca bulmam lazım. Kendi kendime öğrenebilir miyim? Ünlü Kemaneci Saygın, Kabak Kemane çalmaya nasıl başlamıştı? Kemaneci tehlikeli bir sıfat, Kerhaneci gibi. Olmaz. Başka bir sıfat bulmak lazım. Kemane icracısı çok uzun. İcracı da zaten fazla iddialı. Düşündüğüm zaman, elime alacağım ilk anı her aklıma getirişimde elim ayağım titriyor. Motosiklet sürerken kabak kemane düşünmek tehlikeli diyorum kendime. Yine sesli sesli diyorum. Patlatıyorum bir Burdur türküsü. Deli miyim acaba diye soruyorum, ama bence kendi kendine konuşmayan insan delidir. İçimden değil, dışımdan konuşuyor olmak, kaskın içinde yankılanan sesi duymak işleri biraz tuhaflaştırıyor olabilir. Mühim değil, böylesi daha eğlenceli. Bulutlar bugün şahane diyorum kendime, arabayla giderken farkedemiyorsun bu kadar. Üstüste binmişler. Türlü şekiller almışlar. Hemen aklıma bir türkü geliyor, Bulut Allah’ın seversen, yağma yarimin üstüne.
Kafamdan sırayla bütün bulutlu türküleri geçirip bağıra çağıra söylemeye başlıyorum. Işık Dağı dinlenme tesislerinde bir mola veriyoruz. Daha önceki sürüşlerde daha kısa mesafelerde mola veriyorduk. Bu sefer epey sürdük. Çok yorulmadım, eskisi kadar vücudum da kasılmadı. Sanırım biraz özgüven artışı, biraz daha rahat sürüş, biraz da yoganın etkisi olsa gerek. Çayımızı yudumluyoruz. Hava mis. Kafa mis. Oksijen bol. Ağustos ortasında serin bir dağ tepesindeyiz. Herkesin gözlerinin içi gülüyor, herkes müthiş derecede mutlu. Ben de mutluymuş rolü yapmıyorum, yeni ön dişlerim ve ben kendimizi göstererek, kafamızda hiçbir soru işareti olmadan muhabbete dahil oluyoruz. Birbiriyle komple farklı kültürden, aileden, il ilçeden gelen, işçi, mühendis, hemşire, avukat, yönetici, memur… Alakasız 12 kişiyi birbirine bağlayan inanılmaz bir keyif var. Yemek yiyeceğimiz noktayı belirleyip yeniden sürüşe geçiyoruz.
Havanın serinliği çok hoş. Çankırı’ya doğru inmeden birkaç yağmur bulutunun altından geçiyoruz. İlk Çankırı’ya geldiğimiz zaman yağmura yakalanmıştık. Bu sefer yağmadı. Ara ara montuma yapışan böcekler, arılar ince bir sızı bırakıyor. Bi keresinde Eski Foça’da yağmur yağarken denize girmiştim. Eldivenime ve montuma her böcek çarptığında ince ince sırtıma yağan yağmura benzer bir his duyuyorum. Foça’ya gittiğimiz o yaz ben daha liseye başlamamıştım. Kardeşim de ilkokuldaydı. Seçgin her zaman benden daha girişken, insanlarla daha kolay iletişim kurabilen biri olmuştur. Ta o zamanlarda bile. Bizim otelde kalan, Polatlı’da kaportacı olan bir adam vardı o yaz, çocuklarıyla da, ailesiyle de hemen kaynaşmıştık. Tatilin son günü vedalaşırken Seçgin’e kendi oğluymuş gibi sarıldı. Sonra cüzdanını çıkardı. Ben hemen “yok yok ne gerek var” diye müdahil olmaya kalkmıştım. Hepimiz harçlık verecek Seçgin’e sanmıştık. Meğerse adam ilkokulda okuyan bir ufaklığa kartvizitini uzatıyordu.”Polatlı’ya yolun düşerse uğra”diyerek.
Çankırı’ya girerken ve Hacali Tesislerine doğru giderken yeşillik miktarı gözle görünür seviyede azalıyor artık. Aralara karışan saman balyaları var. Amerikan filmlerindeki gibi yuvarlanmış halde değil burada balyalar. Kare kare kesilip bağlanmış. Tarlada kazındıkları noktalardan izler hala yerini koruyor. Birilerinin gelip traktörün arkasına atmasını bekliyorlar. Özellikle yuvarlak olanlarını hangi filmde görsem gidip itelemek, dokunmak, içinden bir iki dal koparmak istemişimdir. Kafamda maddelerinin sayısını unuttuğum ToDo listeme bunları da ekliyorum. Bir yerde bir saman gördüğüm zaman, elbette aklıma gelir. Bazı olayları, şarkıları, anıları, hiçbir zaman unutmam. O anda aklıma lise 2. sınıfta Artı Dersanesi’nden bir sahne geliyor. Kızın adını hatırlamıyorum, tek hatırladığım Onur kıza aşıktı, hatta kızın dersaneye geleceği bir gün sınıfın girişine gül yaprakları sermişti. Onur zaten tuhaf bir çocuktu. O zamanlar neden böyle şeyler yaptığına, abartılı davrandığına anlam veremezdim. Ama zaman zaman, bu olaylardan 10 yıl sonra bazen Onur’u anlıyorum. Aslında kız için değil de kendisi için yapıyordu bütün bunları. Kendisi öyle yapmak, öyle hissetmek istediği için. İzel olabilir belki kızın adı. Neyse, kız Onur’u bir manyak olarak belleyip hiçbir zaman yanaşmadı. Hep mesafesini korudu. İzel ise bir gün nefes nefese geldiği sınıfta Yeni Türkü’nün bir şarkısını sormuştu. Yağmurun Elleri.
İzel’e aşık olan bir başka ergen, yoluna henüz güller dökmemiş bir çocuk bu şarkıyı dinle demiş. Kızlar merakta bırakılmayı seviyorlar. Böyle biraz gizemli olacaksın sanırım. Bu şarkıyı dinle diyeceksin, sonra bin yıl kızın beynini kemirecek bu mevzu. Neden dinle dedi? Ne demek istedi acaba? Ben yapamıyorum böyle şeyler. Aha işte buraya yazdığım gibi, net oluyorum ben. Belki de bundan ötürü Müjgan ve ben varız. O gün o sınıfta Yağmurun Elleri şarkısını bilen bir tek ben çıktım. Herkes Offspring, Metallica dinlerken ben böyle şeyler dinlerdim. Çağımın adamı değildim pek. Erkin Koray severdim, Cem Karaca’nın bütün şarkılarını bilirdim. Bir 20 yıl önce doğmalıydım. Yeni Türkü repertuarım da geniş olduğu için hemen şarkı sözlerini ezbere söyledim kıza. O zaman sorsa, şarkının aslının Yunanca olduğunu da söylerdim. Neden dinle demişti ki kıza? Elleri ufak bir kız da değildi halbuki, kazulet gibi elleri vardı. Çocuk neden dinle demişti acaba? İzel bana sordu. Ne bileyim ben, belki de elleri çok zariftir demek istemiştir. Ben gönderecek olsam Figen Genç’ten Nazende Sevdiğim gönderirdim. Bundan yüz yıl da geçse, ne zaman bu şarkıyı, Yağmurun Elleri’ni dinlesem aklıma bu kızın adı İzel miydi sorusu, ismini bilmediğim ve şarkıyı niye gönderdiğini anlamadığım çocuk ve Onur gelir aklıma. Ve güller. Çünkü ben böyle bir adamım. Bazı anlar, bazı anıları tetikler. Dönüş yolunda bu sefer Yeni Türkü söylemeye başlıyorum. Nargilemin marpucu da gümüştendir gümüşten, beş değil on beş yıl olsa ben vazgeçmem bu işten!
(Erkoşan – Ben – Serap)
Gün sonunda 360 km yapmış olarak eve dönüyorum. Yine yüksek bir yüzde ile tecrübe artışı. Kaizen. Artık bir iş dünyası terimi olsa da, Kai = Değişim, Zen = İyi gelimelerinin birleşimiyle oluşmuş bir kelime. Sürekli Gelişim demek. Japonları seviyorum. Zaten motosikletim de Japon malı. Honda Hayat Onda.
Yine motosikletin dünyadaki en iyi terapi yöntemi olduğunu tekrar düşünüyorum. Aşağıdaki sözü bir terapistin söylediğine dair bir efsane var :