Çankırı gezisinin tadı damağımda kaldığı için, ekibe mesaj atıyorum. Haftasonu bir yerlere gitmeliyiz. Çankırı yollarında kafamdaki ağırlığın çok azını yollara serpiştirebildim, biraz daha yük boşaltmam gerek. Biraz da sürüşe dair kendime güvenim arttığı için bu sefer daha uzun, daha meydan okuyucu, daha serpiştirici hatta konaklamalı bir sürüşe hazırım.
Cide’ye gitmeyi öneriyorum. Bir gün konaklamalı. Tahmini yol 7-9 saat. (dolandığımız yerlere göre değişkenlik gösterebilecek şekilde). Serap tamam diyor. Erkoşan ve diğerleri Mengen’de kamp planı yapıyorlar, ama ertesi gün yağmurdan ötürü iptal olacağından şimdilik habersizler. Belki de iki kişi sakin sakin gitmemiz bu seferlik benim kendimi geliştirmem için daha iyi olabilir. Öte yandan biraz da Serap ile gidiyor olmaktan huzursuzum. Huzursuzluğum ise kendi acemiliğimden kaynaklı. Kendisi motosiklet sürerken aklı bende kalmasın diye. Ya da düşersem ne yaparız diye ? (Nitekim düştüm).
İlk planımız şöyleydi :
Gidiş : Ankara – Kızılcahamam – Çerkeş – Araç – Daday – Azdavay – İnegöl – Cide.
Dönüş : Cide – Amasra – Bartın – Ankara.
Farkettiyseniz 500 + 400 km’lik bir yoldan bahsediyorum. Sadece gidiş 9 saate yakın. Benim için hayatımın challenge’ı niteliğinde. Üstüne üstlük yağmur gözüküyor haftasonu. Hayatımda hiç gitmediğim yollar, müthiş kondisyon gerektiren bir macera, dağlar, tepeler, deniz kenarları, ana yollar, ara yollar, mıcırlı yollar, köylerin içinden geçen yollar, müthiş virajlı yollar… Yolun, dağın, sisin, yağmur ve çamurun her türlüsü.
Müthiş yoğun bir hafta geçirdikten sonra adeta bu geziyi iple çekiyorum. Cuma akşamı olduğunda, Serap ile konuşuyoruz ve yağmura rağmen çıkmak istediğimize karar veriyoruz. Diğerlerinden ses yok. Cide’de otelimizi ayırtıyoruz. Daha doğrusu Serap ayırtıyor. Rota, molalar, otel, her şey Serap’ın kontrolünde. Daha önce gittikleri ve bildikleri yer ne de olsa.
Cuma akşam Çağlar abime action cam almaya gidiyorum. Yazın bu kamera ile (SJCam 5000 plus) bol bol su altı videosu çektik. Kanoyla açılıp kendi çapımızda su altı belgeselleri başlattık. Hatta cebimizde olta ile balık tutmaya çıkmıştık. Çağlar abimin şöyle bir yöntemi vardı :
- Oltayı mayonun cebine koyuyorsun. Balık görünce çıkarıp sallandırıyorsun önüne. Sonra balık kancayı yutunca alıp cebine atıp yola devam ediyorsun.
Kırk yıllık balıkçı olan babam bu yönteme “Yooğğğk canığm” diyerek itirazını ortaya koymuştu yazlıkta. Çağlar abim kendinden o kadar emindi ki, bu yöntemle balık yakalamak için epey uğraştık. Günlerce. Saatlerce. Sabahın saat 7’sinde kalkıp yola çıkıyor, kano ile dolaşıp bazı noktalarda durup balık arıyorduk. Her adımını da kameraya çekiyorduk ki babama gösterelim. Kendimize inancımız tamdı.
Nitekim beceremedik. Bazen elinizden gelen her şeyi yapıyorsunuz. İnancınız tam. Kendinizden şüpheniz yok. Bütün kartları doğru oynadınız. Dürüst oldunuz. Kendiniz oldunuz. Ama yanlış denizde ya da yanlış zamandasınız. Belki yöntem yanlış. Belki yanlış balık peşindesiniz. Bu durumda kendinizden şüphe etmeye başlıyorsunuz. Tabii ki kefallerle ilgili şüpheden bahsediyorum. Bir de dikenli kaya balıkları…. Bu maceralarda SJCam bize eşlik etti. Kamera ile bu anları yakalamak gerçekten muhteşem bir şey. 28 yaşıma kadar hiçbir zaman suyun altında gözlerimi açamamış olan ben, ilk defa gözümü o hafta açabildim. 33 yıldır 8 numara gözleriyle hiçbir şey göremeyen Çağlar Abim ise ilk defa denediği lensleri ve şnorkeli ile ilk defa denizin dibini görüyordu. Hepimiz süper mutluyduk. Seçgin yüzüp, bir yandan gülümseyip, öte yandan saçını düzeltirken bense bu buğulu dünyada ne tarafa gideceğimi kestirmeye çalışıyıp, bir yandan kamerayı tutarken bir yandan su yutmamaya debeleniyordum. Verebildiğim en güzel poz buydu, az sonra el hareketi çekecekmişim gibi duran :
Kamera bu sefer bu motor gezisinde en yakın arkadaşım olacak.
Cuma akşam Çağlar Abime kamerayı almaya gittim. Gitmişken ufaklık aslan yeğen ile de biraz oynamış oldum. Kamerayı kaska monte ettik. Sarı – siyah da güzel yakıştı. Ardından eve döndüm. Evde yolculuk öncesi beni zorlu bir sınav bekliyordu. Annemin ve babamın sorularını geçiştirmeye çalıştım.
– Nereye gidiyorsun şimdi sen?
– Bilmiyorum ki, bakıcaz yarın sabah.
– Çankırı mı yine? Çankırı’ya gidersen tuz al oranın tuzu meşhurmuş.
– Anne biz Çankırı’ya girmiyoruz ki, girişteki benzinlikte çay içip geliyoruz. Ya da kebapçıda yemek yiyoruz.
– Ne varmış alsan? Kesin vardır yol üzerinde, sağa sola baka baka git.
– Belki Amasra’da gideriz. Yorulursak bir gece kalırız. Haber veririm ben.
– Amasra uzak değil mi oğlum ? Amasra’ya gidersen de elma al. Bülent Amasya mıydı o Amasra mıydı?
Biz aslında Karadeniz kıyılarına gidiyoruz, İnegöl, Cide planlıyoruz diyemiyorum anneme. Söylesem, babam da öğrense kıyamet kopma ihtimali var. Babamla gergin diyaloglar yaşıyoruz son zamanlarda.
– Oğlum bu şehir dışı gezileri hiç iyi olmadı. Canımı sıkmaya başladı bu mevzu bak.
– Baba şehir içinde arabaların arasından gitmek değil zaten olay, dağ yollarında gidiyoruz biz. Sakin sakin, hız yapmadan. Gelen geçen araba da çok az.
– Şehirlerarası yolda mı hız yapmıyorsun? Hadi canım sen de. Hem dağın başında zincir koptu mesela? Ne yapacaksın ?
– N’apcam arıcam bi çekici, hoop en yakın tamirciye. Araba bozulsa napıcam baba dağ başında? O kadar zincirini bakımını neden yapıyoruz bu aletin? Bişey olmaz merak etme. Honda hayat onda. (Güldürmeye çalışıyorum, sırıtıyorum filan ama, kafasını çeviriyor).
Evde herkes hala bana tepkili. Bu tedirginliği kırmak sanırım mümkün değil. Ben de alıştım artık. Yüzümdeki mutluluğu ve hiçbir şeyde yaşamadığım heyecanı gördükleri için de çok fazla yüklenemiyorlar bana. Kamerayı deniyorum. Babam surat asık “O kamera durmaz orda” diyor. Dinlemiyor beni. Kaska bakmıyor bile. Israr etmiyorum. Belki benim oğlum olsa ben de aynı şeyi yaparım. Gece her şeyi hazırladığımı ümit edip yatıyorum.
Sabah 7:30’da İstanbul Yolu üzerindeki Serkan Petrol’de buluşacağız. Sabah yine ellerimi üzerinde gezdirip, motosikletimi çıkarıyorum bizim depodan. Yine gerekli kontrolleri yapıyorum. Bu sefer daha özenli yapıyorum çünkü mesafe uzun ve sadece iki kişiyiz. Sırt çantamı file ile arkaya bağlayıp, tatlı tatlı motor sesi eşliğinde yola koyuluyorum.
Tatlı tatlı motor sesi filan derken bir ürperiyorum, hava serin. O anda gece eşyaları hazırlarken deri ceketimi koymadığımı farkediyorum. KESİNLİKLE ihtiyacım olacağını bilsem, yağmurda sırılsıklam ıslanacağımızdan haberim olsa, Serap’a mesaj atar bir 15 dakika geç kalır eve döner ve ceketi alırdım. “Emaaaaaan, zaten Ağustos’un ortasındayız, n’olacak” deyip devam ediyorum yola. Amasra’da sel olacağından, Azdavay’da donuma kadar ıslanacağımdan habersizim. Sabah yatağın üzerinde duran kışlık eldivenlerimi de aynı sebepten dolaba kaldırmıştım. Şu anda yazlık motosiklet ceketim, yazlık eldivenlerim ile bu Ağustos gününde efil efil gidiyor olabilirim, ama 2 saat geçmeden bu kararımdan müthiş pişmanlık duyacağım. Sonunu düşünen kuru kalabilir. Belki kahraman olamaz. Ben zaten süper kahramanım, neden almadıysam eldivenleri. Mesela Batman, kaybedeceğini bildiği savaşa girmez.
Serap ile hızlıca bir kahvaltı yapıp, benzinleri tamamlayıp yola koyuluyoruz. Serkan Petrol ve Karaköy börekçisine 3. gelişim. Sanırım haftasonu sabahın bir köründe gelen motorculara alışkınlar artık. Gülen gözlerle karşılıyorlar bizi. Bir hafta önce Çankırı’ya giderken izlediğimiz rotanın aynısını yapacağız. Yola çıkıyoruz. Kızılcahamam tabelasını aynı şekilde geçiyoruz. Buralarda oturan bir bağlama öğrencim geliyor aklıma. Yolda görsem durup selam versem ne kadar da tuhaf olur. Acaba metroya otobüse bindiğimizde, Kızılay’da yanından geçtiğimiz kim bilir kaç yüz bin milyon tanıdığı kaçırıyoruz. Görmek için fırsat yaratmadıkça, ömür boyu göremeyeceğimiz tanıdıklarımız var. Zaten bu sebepten onlar tanıdık. Dost değiller. Işık dağı tesislerine yaklaşırken yağmur başlıyor. Hafif hafif yağmasına rağmen hava soğuk. Üst kısmım ıslanıyor. Yolda duruyoruz. Serap yağmurluklarını giyerken, sarı reflektör yeleğini de bana veriyor, böylelikle sadece kollarım ıslanacak. Pantolonum, çantam, geri kalan her şey zaten su geçirmez. Yani ben öyle zannediyorum. Sarı reflektör ve ben yola koyuluyoruz tekrar, çok ıslanmadan devam ediyoruz.
Çok rahat, sakin bir sürüşle birlikte Işık Dağı’na yaklaşıyoruz. Yine sağ tarafdaki göleti geçiyoruz, yine ben durup fotoğraf çekmek istiyorum ama Serap’ı uyarmakta geç kaldım. Belki dönüşte diyorum yine. Çayımızı yudumlarken yağmur yağmaya devam ediyor. Üşüdüğümü hissediyorum ama yapacak bir şey yok. Eşekliğimin sonucu olarak tamamen yazlık kıyafetlerle geldim. Hatta motosiklet pantolonumu saymazsak, ikinci bir pantolonum bile yok, sırt çantamda iki adet şort, iki adet tişört var sadece.
Serap lavabodayken, ben dizliklerimi, kaskımı takmak üzere motosikletin yanına gidiyorum. O sırada bir amca yanaşıyor yanıma. “Selâmün aleyküm delüğanlı” diyor. Gülümsüyorum. Bu dayılardan mutlaka her benzinlikte, her dinlenme tesisinde var. Fıtı fıtı yanaşıp sordukları bazı fiks sorular mevcut :
– Kaç basıyor bu delüğanlı? ooo iyiymiş maşallah. Aman diyim hız yapmayın.
– Şeytan icadı bu şeytan. Aman deyyyim goçum, tikatli gidin. Siz tikat etseğiz bile garşıdan gorkuyor insan.
– Kaç para bu meret? Nöeeeey? (benim motor hadi düşük de, 40-50 bin tl dedikleri zaman anime izliyormuşsunuz gibi açılan gözler) Ev alınır la o paraya !!! (Araba bile değil, o derece)
Bu yanaşan amca ise biraz daha farklıydı. “Benim de motosikletim vardı gençken” diyor. Bu adamların ise muhabbetleri efsane. Konuşurlarken gözlerindeki heyecanı hissedebiliyorsunuz. Alev alıyor adeta gözleri. Hastalık seviyesinden geçmişler. Bağımlı olmuşlar. Hayatlarının bir noktasında bir neşter (kaza, eş, çocuk, aile, maddiyat) motosiklet heveslerini kesip almış. Tıpta hayalet uzuv sendromu diye bir şey var. Kesilen kolu bacağı sanki varmış gibi hissetmenizle alakalı. Bu dayılar için de motosiklet böyle bir şey. Kendisi gitmiş, hisleri kalmış.
Bizim Seyfi dayı (ismi Seyfullah ama Seyfi diyorlarmış) bir gün kardeşinin yanına İstanbul’a gitmiş. Motorundan ayrı 3 gün geçirdikten sonra dayanamamış, gece abisi uyuduktan sonra otobüse atlayıp Ankara’ya gelip motorla İstanbul’a dönmüş. “Hastalık” diyor bana. En son kaza yaptıktan sonra bırakmış. Pantolonunun paçasını sıyırıp yara izlerini gösteriyor. “Aman iyi” diyor bir yandan, “Senin bot, dizlik, pantolon her şeyin tamam”. Klasik “Ekipmansız 100 metre bile gitmem Seyfi Abi. Merak etme” cümlemi ona da söyledim. En güzel gülümsememi takınarak. Yeni yapılan ön dişlerimle. Şimdiye kadar hüzünlü ve kasvetli başlamış olan bu yazıya rağmen çok mutluyum aslında. Çaktırmıyorum. İyi yolculuklar dileyip, motosikletime de iç çekerek baktıktan sonra gidiyor Seyfi Abi. Ben bu mereti kullanmaya başlayalı bir sene oldu, her konuştuğum insanla bir kaza muhabbeti yapıyorum. Çok şükür benim henüz vukuatım yok diye geçiriyorum içimden. Hiç motosikleti kaydırıp düşürmedim, hiç kaldırmak zorunda kalmadım, 130 kg nasıl kaldırılır diye ter içinde kalmadım. Bu noktaları tek tek kafamdan geçiriyorum. Yaklaşık 3 saat sonra düşeceğim. Bir şeyi kırk kere söylerseniz olurmuş.
Tekrar yola koyuluyoruz. Yolun bundan sonraki kısmı benim için tamamen yeni. Arabayla bile daha önce gitmediğim yollar. Kaskıma takılı SJCam ile denemeler yapıyorum. Yolu boş bulduğum, kontrole tamamen hakim olduğum noktalarda motosikleti sürerken elimi gazdan çekip kaska götürerek açma kapama ve kayıt denemeleri yapıyorum. Bir sonraki molada çekip çekemediğime bakacağım. Çerkeş’i geçtikten sonra Bayramören’e doğru dönüyoruz. Kastamonu’nun Araç ilçesine doğru yoldayız. Ulan Araç diye ilçe ismi mi olur, kim koymuş bunu acaba diye yine sesli bir şekilde kendi kendime konuşuyorum. Belki de adı Arachos filandır, mitolojide bir yarı tanrı, güzeller güzeli bir tanrıçayı buralara kadar kovalamıştır. Her yer gibi buranın da vardır bir hikayesi. Belki bir sonraki yazıya kadar araştırır bulurum. Bu sabah üşüdüğüm için sessizim biraz. Yağmurda da hafif de olsa ıslandım, fakat hava açtı. Şu anda hava günlük güneşlik. O yüzden çenem düşmeye başlıyor yavaş yavaş. Yeşilin tonu koyulaşıyor. Islak havalarda sürmenin de böyle bir güzelliği var. Güneşin rahatsız ediciliği yok. Renkler az evvelki ıslaklıktan dolayı daha parlak, etraf daha masum. Tozdan pislikten arınmış, daha temiz.
Hafif hafif güneşin kendini gösterdiği, havanın da mükemmel olduğu Susuz Yaylası’nda duruyoruz. Buraya dair bırakın bir blog yazısını, kitap bile yazılır. Hayatımda en huzurlu hissettiğim yerlerden birisi burasıydı sanırım. İspanya gezimde, Cadiz’de bir sahilde böylesine mutlu hissetmiştim. Kafamdan şu cümle geçiyordu o zamanlar : “Şu anda, şu saniyede burada ölsem, üzülmem.” Müsaadenizle önce bir iki fotoğraf paylaşacağım, ardından hislerimi olduğu kadar klavyeye akıtmayı deneyebilirim.
Düşünsenize, böyle bir dağ yaylasında, böyle bir köy evindesiniz, evin hemen arka tarafında yukarıda paylaştığım gökyüzüne parmağını uzatan ağaçlar, devasa karınca yuvaları, bozulmamış ellenmemiş ormanlar var. Henüz olmamış dağ çilekleri – Serap yapraklarından tanıyor hemen, ben de bizim terasta yetişen çileklerinkiyle eşleştiriyorum – muhtemelen yakında olmaya başlayacak böğürtlenler. Orada durduğumuz 20 dakika boyunca sadece bir araba geçiyor yoldan, ve gelişini kilometrelerce öteden duyabiliyoruz. Öyle bir sessizlik var etrafta. Öyle bir huzur var. İlk resimdeki banka oturup dinleniyoruz. Heyecandan, huzurdan ve mutluluktan dizliklerimi bile çıkartmamışım. Şaşkın şaşkın etrafa bakıyorum. Ağaçlık bölgeye çok kısa ufak bir keşif gezisi yapıyoruz.
Gerçekten böyle bir yerde yaşasam, mutlu olabileceğimi hissediyorum. Nexus’a, Macbook’uma çok da ihtiyacım yok aslında benim. Kitaplarım olsun, böyle çayır çimen olsun yeter. Bir de kalem kağıt. Fakat böcekleri ne yaparım bilmiyorum. Böceklerden huylanırım. Kafamdan bunlar geçiyor. “Yazdığım kitap bir gün tutar da böyle yerlere yerleşir miyim?” diyorum. O zaman buradaki köylü amcalar teyzeler beni önce bir yadırgarlar, ama sonradan çok severler. Hele ki sazımı alıp akşam semavere çayımı koydum muydu sesi duyan gelir. Saygın Hoca derler. Bu raftaki kitapların hepsini okudun mu sen? Derler. Bense onlara Zorba’nın hikayesini anlatırım. Aslında bu kitapların boşluğunu, hiçliğini anlatırım. Onların birer öykü olduğunu söylerim. Hocalığım nereden çıktıysa, aklıma o anda öyle geliyor. Saygın Hoca. Saygın Hocam değil yalnız, o biraz ODTÜ’lü söylemi gibi. Belki ders veririm bir köy okulunda. Müzik dersi mesela. Saz dersi? Saygın Hoca dedin miydi daha köylü, daha samimi, daha sıcak geliyor kulağa. Beni kesin severler. Yaşlılarla çok iyi anlaşırım ben çünkü. Acı acı böyle yerlerde artık gençlerin yaşamadıklarını ve yaşamak istemediklerini nasıl da kabullendiğimi, aklıma bile getirmediğimi farkediyorum. Çocuklar ve yaşlılar. Bizim yazlık da biraz yaşlı mekanı olduğundan mesela, oradaki bütün arkadaşlarım benden 40 yaş büyük. Şakir Amca vardır, korocu. Adam bastonsuz adım atamaz, fakat her sabah yüzmeye gider. Akşamları bir enstrüman çalan gördü mü yanına damlar, şarkısını türküsünü söyler. Bazen karşı balkondan tatlı tatlı Yüksel Teyze’nin kanun sesi gelir. Kimi zaman Yüksel Teyze udunu alır eline, eşi Yusuf Amca şarkılarla eşlik eder. Benim yazlık arkadaşlarım bunlar işte. Ben de bağlamamla eşlik edersem pek bir sevinirler. Yüksel Teyze 80’ine yakın sanırım. Şakir Amcayı bilmiyorum, biraz daha genç gösteriyor. Hepsi de yazlık kankilerim. Yaşlılar beni sever, teyzeler torunlarına düşünür. Amcalar böyle şeyler konuşmaya çekinir, ama yine de “Yok mu bir arkadaşın?” diye sorarlar. Ben de her seferine benim arkadaşım çok, ohooo onlarca diye soruyu geçiştiririm. Gülerler. Anladığımı bildikleri halde yine de “Öyle değil, öyle değil. Başka türlü arkadaş” derler, gülümserken göz kırparlar. Dünyanın bütün yaşlıları aynı mıdır acaba? Hiç Fin yaşlı arkadaşım olmadı ki. Ya da İtalyan. Bilmiyorum. Buralar bana yaşlı amcaları düşündürürken, manzaranın Finlandiya’ya ne kadar benzediğini de farkediyorum bir yandan. Serap daha önce yüksek lisansı sırasında Finlandiya’ya gitmiş. Hemen ortak ve farklı noktalardan bir ülke kıyaslamasına giriyoruz ister istemez. Yeşili gördüğüm her yer bana Finlandiya’yı ve hayatımdaki en güzel yılı anımsatıyor. Sohbetin kalan kısmını yemeğe bırakıyoruz. Motosikletlere dönme zamanı. Karnımız yavaş yavaş acıkıyor, Araç’a doğru devam etmeliyiz.
Yine ara ara yağmur çiseleyen yerler var. Bir yerde bulutların şahane görüntüsüne dayanamayıp Araç yolunda bir yamaçta mola veriyoruz. Dağ yolunda yine sisli bir yerden geçtik, video çekmeye çalıştım ama maalesef kaydedememişim. Kamerayı kullanmayı biraz daha öğreniyorum. Bu video biraz dandik, esas manzarlı ağaçlıklı kısımlar daha sonra. İlk video denemesine göre hiç fena değil.
Araç’ta yemek molası veriyoruz. Söylemez Pide Kebap Salonu’na giriyoruz. Serap kaskını çıkarınca dükkanın önündeki gözler birden ona kayıyor. Gerçekten her gittiğimiz yerde kadın motorcular acayip dikkat çekiyorlar. Halbuki anormal bir şey yok bu durumda. Neden şaşırıyorlar bilmiyorum. Serap alışkın olsa gerek, dünyanın en doğal gezgini edasıyla Söylemez Pide Kebap salonundan içeri süzülüyoruz. “Ustam” diyorum, “sizin neyiniz meşhur? ne yiyelim?”. Hakan olsaydı Şefim derdi. Ben üstad derim, usta derim. Etli ekmek söylüyorum ben, yanına da açık ayran. Etin tadı mis. Çaylarımız biraz bayat ama sorun değil. Keyfimiz süper yerinde. Henüz yorulmadım. Aslında bu noktaya geldiğimizde yorulacağımı hesap etmiştim. O zamana kadar bu kadar kısa molalarla en fazla bu kadar motosiklet kullandım çünkü. Dükkanda çalışan genç bir kız var, bir iki de çocuk garson. Herkeste bir sıkkınlık, insanların yüzü pek gülmüyor nedense. Arka masadaki aile bize tuhaf tuhaf bakıyor. Masadaki kasklarımız ilgilerini çekmiş olmalı. Gözgöze gelince gözlerini kaçırıyorlar. Sanki uzaylı gibi hissediyorum. Halbuki montumu da, kaskımı da, dizliklerimi de çıkardım. Yine de bu ufak ilçenin bu ufak aile lokantasında epey ilgi çekmeyi başarıyoruz. Biraz uzaylı gibiyiz. Merhaba Kastamonulu diyesim geliyor. Ya da Merhaba Araçlı !
Garsonlardan sarışın olan çocuk televizyonun sesini açıyor. Bakıyoruz, Amasra’da sel olmuş. Serap ile birbirimize bakıyoruz. Görüntüler hiç iç açıcı değil. Su dolmuş depolar, heyelanla kapanmış geçitler ve daha niceleri. Neyse diyoruz, Cide’de bir şey yoktur belki de. Susuz Yaylası’ndan bizimkilere fotoğraf atmıştım. Sonuna da Amasra’ya doğru gidiyoruz, akşama kalırız, merak etmeyin yazmıştım. Dünyanın en yanlış şehrini seçtiğimi o anda farkettim. Telefonumu açmamla ekranda beliren 100 WhatsApp mesajını, kardeşimden gelen 2 cevapsız aramayı görmem bir oldu. Sakin olun, Amasra’dan vazgeçtik dedim. Annem ‘Geri dönün’ yazmış. WhatsApp’tan bana geri dönün yazdıysa durum vahim olmalıydı. Lost’tan bir sahne aklıma geldi. “Not Penny’s Boat!”. Daday’da durup durum değerlendirmesi yapmaya ve de yola devam edip etmemeye karar verecektik.
Yeniden yola koyuluyoruz. Yağmur epey yağmış, seleler ıslak. Video çekmeye başlıyorum yeniden. Konumlanmalarım daha düzgün artık. Her sürüşte bazı şeyleri daha da otomatikleştiriyorum. Hala sağ taraf uçurum olduğunda P1’de (yani en sağ şeridin en sağında, çizginin dibinde) konumlanmaktan tırsıyorum. Sanırım zamanla oturacak bir şey.
Hayatta da planlı programlı bir insan olduğum için, sevmediğim, alışamadığım riskler alamıyorum. P1 için henüz erken, biraz daha soldan gitmekte fayda var. İnsan ilişkilerinde bu kadar keskin hatlarım yok. Güven çemberime çok çabuk dahil ediyorum herkesi. Viraj çizgisinin dibinden yatarak gider gibi, son derece hakim. Fakat bir bozukluk, yolda bir talaş görürsem, renk değişimi farkedersem de güven halkamdan o kadar çabuk çıkarırım. Çemberdeki insanlara tamamen odaklanırım, varımı yoğumu veririm, samimiyetle dinlerim. Sürüşe nasıl odaklanıyorsam, onların hayatına da bu derece odaklanırım. İnsanlarla konuşurken gözlerinin içine bakarım, insanların içine bakarım. Fakat yolun ilerisinde kayma sezersem, mıcır görürsem, işte o zaman düşen ben olacağım için, çemberi daraltırım. Henüz motosiklet P1 kadar rahat değil, ona tam güvenemiyorum.
https://goo.gl/maps/oa5GMPvVw1L2
Linkteki haritada Araç – Daday arasında bir yerdeyiz. Güven halkamı her ne kadar sağlamış olsam da yolun her tarafına mıcır dökmüşler burada. Önce bir virajda tam dönemiyorum, hızım az ama devri tam ayarlayamadım. Patinaj yapıyor tekerler, zar zor çıkıyorum. Düşeceğimi biraz hissediyorum aslında, fakat yola devam ediyorum. Son derece yanlış bir karar. Durup Serap’a sormalıydım. Ya da ne yapacağıma karar vermeliydim. Bütün yol mıcır, ve ben panik halindeyim. Hayatımda hiç böyle bir yolda motosiklet kullanmadım çünkü. Debriyajla gidiyorum, olmuyor. Yarım debriyaj, yarım gaz veriyorum, bir ayağım panikten ötürü arka frende. Olmuyor. Bir aksaklık var. Bir şeyleri bilmiyorum, nasıl ilerleyeceğime dair çok bir fikrim yok.
Genellikle çok değer verdiğim, çok hoşlandığım biri olduğunda da bazen böyle panik anları oluyor. Hayatımda hiç girmediğim bir mıcırlı yola girmiş gibi, hayatımda hiç tanışmadığım bir insan mesela. Kendim oluyorum yine, kartlarımı açıyorum. Böyle yarım gaz yarım debriyaja gerek yok, her zamanki sürüşümü yapayım diyorum. Olmuyor, arka teker kayıyor birden. Benden kaynaklı bir yanlış yok aslında. Ben her zamanki benim. Bu sefer yol farklı. Zaman yanlış. Mıcır henüz oturmamış yolda. Bazı şeyler yerli yerinde değil. Kontrolü kaybediyorum, kontrolden uzaklaşıyorum. Taktik stratejik şeyler yapmadığım için, oyun oynamadığım için de yol benden uzaklaşıyor. Uzun uzun yazıyorum böyle zamanlarda. Kaybederim korkusuyla. Düşerim korkusuyla. Cevap alamıyorum, yine de yazıyorum. İlişki ve motosiklet arasındaki bağı düşündükçe, neden erkeklerin bu aleti sevgili gibi gördüğünü her geçen gün daha iyi anlıyorum artık. Telefonun çekmediği bu dağ yolunda da durum böyle. Şu anki sürüşten zerre keyif almıyorum. Panik halim devam ediyor. Bir sonraki virajda önümde Serap varken sola viraja girince motosiklet yan yatıyor. Düştüğümün farkında değil. Sanırım şu aşağıdaki rotada olması lazım. (Virajların tatlılığına bakar mısınız? =) )
İlk defa motosikleti sürerken düşürdüm. Sol grenaj çiziliyor. Motosikletin çizilmesi umrumda değil. Sakinleşmeye çalışıyorum. Bende bir şey yok. Eldivenin kırmızı kısımları süper dandikmiş, onu farkediyorum. 30km/s hızla giderken bile düşmemle kevler olmayan kumaşlar paramparça oldu. Elimde şişler ve kan toplayan yerler var. Başka hiçbir şeyim yok. Motosikleti kaldırıyorum :
Hata no 2.
Serap’ı beklesem aslında daha iyiydi. Nasıl kaldıracağımı, ne yapacağımı daha önce internetten izledim. Biliyorum. Yavaşça sırtıma yaslayıp dizden güç alarak kaldırıyorum. Diğer tarafa devrilmemesine gayret ediyorum. Serap’ı bekleyebilirdim, fakat yağ, benzin vs. akıtması gibi bir durum var mı kontrol etmek istiyorum bir an önce. Yoksa babamın ‘Peki bu motosiklet bozulsa dağ başında, ne olacak? Ne yapacaksın?’ senaryosu gerçek olacak. Ve bu benim şehir dışı motosiklet gezilerimin sonu olabilir. Bu düşünceleri kafamdan uzaklaştırıyorum. Sakinleşiyorum. Etrafta sadece kuş sesleri var. Başka tek bir ses yok. Araba yok. İnsan yok. Motosiklet çizilmiş. Canım çok sıkılmıyor ona. Bozulmasın yeter. Beni yarı yolda bırakmasın yeter. Kendimden çok Serap’ın gezisini mahvetmekten korkuyorum. Güven halkamı bozdum, dengemi sarstım, ve yine dibe vurdum. Motosikleti yatırdığım zaman kendime gelmem, ayağa kalkmam, ayağa kaldırmam ve sakinleşmem çok uzun zaman almadı. Fakat başka durumlarda dibe vurursam şayet, toparlamam zor oluyor.
Biraz sonra KTM 390’ın güzel motor sesi geliyor uzaktan. Sonra da turuncu renkleriyle kendisi gözüküyor. Serap aynasında beni göremeyince geri dönmüş. Motosikleti ve beni hızlıca kontrol ediyoruz. Yolun geri kalanını iyice yavaş bir halde gidiyorum. Yine hafif panik halim devam ediyor. İyice yavaşlıyorum. Düşmemden ötürü gidonu fazla geriyorum, kollarım yoruluyor bir süre sonra. Daday’ın mıcırlı ve müthiş virajlı dağ yolu bittiğinde ise derin bir nefes alıyorum. Bir Oh çekiyorum ki anlatamam. O serin cumartesi öğle saatinde benim soğuk terler döktüğüm yol sona eriyor. Bunu da atlatmanın anısına sağa sinyal verip Serap’a tabelanın önünde durmak istediğimi işaret ediyorum.
Hayatımda hiçbir noktaya vardığıma bu kadar sevinmemiştim herhalde. Araç – Daday yolu beni müthiş yoruyor. Hem elime buz koymak üzere, hem de biraz dinlenmek için Serap’ın 1. ve 2. sınıfı okuduğu Daday’da birer kahve içmek üzere mola veriyoruz.
Ben de yazıya burada mola veriyorum. To be continued.