Çadırımızı kaptık gittik. Yine.
Başlamadan önce okumak isterseniz Kaçkarfest 2016.
Bu sene Yiğit ile birlikte bir çadır değişimine gittik. 35 kere Dechatlon’a gidip 23 kere de internette araştırma yaptıktan sonra bir karara varma zamanı gelmişti. Quechua’nın 2 saniyede kurulan çadırları çok pratik, ve bu sene XL modelleri de çıkmış. Ben aslında ilk başta bundan almayı planlamıştım, ve çadıra görür görmez aşık oldum. Dechatlon’daki Air 3 XL’ın içine de 129 kere girip yattım sanırım. Arabayla bir yerlere gidiyorsanız ve yeriniz bolsa bence bu çadırlar ideal. Havalandırması da çok iyi, fiyatı da uygun. Önde bagaj ve ayakkabı koymak için de yeri var. Fakat ben çok kampçı olduğum için(!!!), motosiklet ile kamplara gitmeyi düşündüğüm için (!!!) ve de sürekli çadırı kullanacağım için (!!!) daha hafif ve taşınabilir bir şeylere yöneldim. Bir süredir incelediğimiz Husky Beast çadırların fiyatı düşünce birer tane aldık kendimize. Trakya Bisiklet diye bir firmadan, Hepsiburada üzerinden. Acaba gelecek mi, sağlam mı gelecek derken ertesi gün öğlene geldi çadırlar. Akşam ben bi terasta kurup denedim (evet biraz karanlık) :
Çadırın güzel noktası havalandırması iyi, su tabii ki geçirmiyor ve de oldukça yüksek. Fiyatı 500 küsürdü sanırım aldığımızda. Normalde 3 kişilik Husky Beast 700 küsür civarında. Oldukça uygun fiyata aldık diyebiliriz. Geçen seneki tecrübeyi de ekleyince sağlam bir “götürülecekler” listesi çıkardım. Bir de yeni büyük sırt çantası aldım (sürekli kamp yapacağız ya!). Gitmeden önce yeni Kaçkarfest ekibimizle bir Dechatlon gezisi yaptık, kısa bir buluşma gerçekleştirdik.
Kaçkarfest’te bu sene radikal değişiklikler oldu. Öncelikle Kavrun yaylasını programdan çıkardılar. Geçen sene o bulutların üzerindeki manzaraları hatırladıkça içim içime sığmaz oldu. Ekibe de sorarak zaten bir gün erken gittiğimizi, gelmek isteyenlerle ekstra bir tur düzenleyebileceğimizi söyledim. Geçen sene ilk günü Trabzon’da geçirmiştik, fakat çok yapacak bir şey olmadığı için, Sümela hala tadilat altında olduğu için, ve Kavrun efsane bir yayla olduğu için oraya tekrar gitmeye karar verdik. Organizatör Caner’i aradım, bize bir gün öncesinden minibüs ve rehber ayarladı. Yolculuğumuz başladı. Pokut’u tekrar görecek olmanın heyecanı bir yandan, dağ bayır cebimde 2 gün boyunca dolaştıracağım tek taş yüzük öte yandan, evlenme teklifi … Düşündükçe kalbim hızlanarak uçağa bindim.
İlk gün uçaktan iner inmez Kavrun yaylasına tur ayarlamak, kabul ediyorum ki çok parlak bir fikir değildi. Caner bir gün kala beni vazgeçirmeye çalıştı, abi ucu ucuna yetişeceksiniz, 3.5 saat filan sürüyor, hava kararacak dedi, ama nasılsa her şeyi ayarladık diye dinletemedi. Uçaktan iner inmez Havaş’a bindik, doğru Pazar’a. Rize – Pazar’da indikten sonra dolmuşla Çamlıhemşin’e, Şamata Tur önüne geldik. Yani uçaktan iner inmez kamp alanına bile uğramadan hemen bizi Kavrun’a götürecek olan minibüse atladık. Geçen sene dolmuşa biner binmez Karadeniz insanı ile iletişimimiz – dolayısıyla çınlayan kahkahalarımız – başlamıştı. Bu sefer nasıl gideceğimizi bildiğimizden minimum soruyla Çamlıhemşin’e ulaştık. Rehberimiz – bu elemanın adı da Caner’di – hemen minibüse atladı, çantaları arkaya attığımız gibi Kavrun yoluna koyulduk. Yol yorgunluğu bir yandan, gelir gelmez sağa sola sallana sallana yaylaya çıkmak bi yandan, uykusuzluk bir yandan, önümüzdeki 3.5 saatlik yokuş yukarı ve oksijen oranının epey düşük olduğu bir yayla yürüyüşü birden bana pek de parlak görünmemeye başladı. Ekiple dillerimiz dışarıda, süper yorgun, biraz mutlu, biraz sivrisineklerce yenmiş olarak Buzul Gölü’ne vardık. Burada 3 tane göl var, esas büyük olan, bizim geçen sene yüzdüğümüz tarafa gitmedik. Keşke gitseydik, hala içimde ukte kaldı. Fakat Caner’i ikna edemedim, dönüşümüzün çok gecikeceğini söylerek vazgeçirdi bizi. 2950 Metre yükseklikte, Yiğit ile birlikte peşimizden sürüklediğimiz diğer arkadaşlar sağolsunlar, tek kelime sitem etmediler. Eee buraya neden çıktık ki? demediler. Nitekim geçen sene gördüğümüz ani sis gel-gitleri bu sefer olmadı. Aşağıdaki muhteşem video Kaçkarfest 2016‘dan kalma.
Bir de 3.5 saatlik yokuş bir tırmanış olduğunu belirtmeme rağmen Haluk’un “Yahu ben herhalde kalp spazmı geçiriyorum?” gibi cümlelerini duymak da bizi ve rehberi paniğe sevketmedi değil. Dönerken sularımız bitti. Geçen sefer su doldurduğumuz birkaç kaynaktan su akmıyordu bu sefer. Dereye inene kadar beklemek zorunda kaldık. İnerken 3.5 saattir beklediğimiz bulut denizi, sis, karaduman, artık adına her ne derseniz, kendisini göstermeye başladı. Hava da karardığı için biraz koştur koştur indiğimizden bu sefer çok fazla fotoğraf çekinemedik. Kısa bir fotoğraf bombardımanına tutayım sizleri :
Kavrun yaylasının girişinde, köprünün hemen yanında ufak bir kafeterya var. Orada akşam sıcak sıcak tarhana çorbalarını yudumlamak hepimize o yorgunluğun üzerine çok iyi geldi. Caner’in “Öksüz Doyuran” muhlamasından yiyemedik, fakat Kavrun muhlaması da gayet güzeldi. Üstüne de 7/10 verebileceğim bir sütlaç ile cilayı yaptık. Artık kamp alanına gidip çadırları kurup mışıl mışıl uyumaya hazırdık. Bizim için Kaçkarfest yeni başlıyordu. Zaten hava kapkaranlık olduğu için kayıt kuyut işleri yarın sabaha kalacak şekilde çadırları kurmaya giriştik. Süper hızlı bir şekilde ağaçların altında gayet güzel bir alana yayıldık. Sabah çadırlarımız gölgede kalacak şekilde bütün yerleşimi yaptıktan sonra tuvalet aramaya giriştik.
Geçen sene gidenler bilir, en büyük problem kısıtlı miktarda (200 kişi için 2 tane) tuvalet olmasıydı. Bu sene taştan bir yapı yapmışlar oralara, henüz tabanının seramikler oturmadığı/kurumadığı için tuvaletler kullanılamaz durumdaydı. Az ilerideki Ada Pansiyon’un sahibi teyze ile gerilimli anlar yaşadıktan sonra bu ufak sorunu böylece çözdük. Çözmeselerdi cıngar çıkaracaktım. Kampa bir gün önce gelmiştik tamam, fakat sabaha da kullanamayacağımızı öğrenince bi sinirlenmedim değil. İlk günün yorgunluğu ile mışıl mışıl uyuduk. Daha doğrusu Yiğit şişme matında mışıl mışıl uyudu, ben kalın pilates matımı getirmediğime biraz pişman oldum. Dechatlon’daki 10TL’lik ince matlardan bence almayın, çok da işe yaramıyor. Sabah ufak ufak diğer katılımcılar gelirken biz Çinçiva köyüne doğru yollanıp güzel bir kahvaltı yaptık. Taş köprüde bol bol fotoğraf çekindik.
Burası ile ilgili geçen sefer de çok hoş anılarla ayrılmamıştık. Tamam kahvaltı fena değil, derenin hemen yanındayız. Çay mis filan. Ama çalışanların suratı beş karış. Bir şey istediğinizde resmen burun kıvırarak getiriyorlar. Masa arı doldu mesela, kahveyi rica minnet yaktırabildik. Serpme istemeyecektik, ayrı ayrı ufak tefek şeyler alacaktık, kız “biz zaten o parayı çayla alacağız sizden” edasıyla bizi fiks kahvaltıya zorladı.
Kahvaltının ardından kamp alanına geri döndük, devam eden ufak tefek hazırlıklarla birlikte sıcacık gülümsemeleriyle ‘gönüllüler’ karşıladılar bizi. Survivor gönüllüler takımı değil, bunlar Karadeniz’e, doğaya, ağaca, yaylaya, Fırtına Deresi’ne gönüllü arkadaşlar. Çoğu Maddi kaygıdan uzak, hem biz katılımcılara hem de organizatörlere yardım etmek için buradalardı. Girişteki masaya kimliklerimizi bırakıp kaydımızı yaptırdık.
Kaçkarfest bu sene daha organizeydi diyebilirim. Yeni tuvaletler yapılmış, derenin kenarı düzenlenmiş, kamp alanları biz gelmeden çok nizami hazırlanmıştı. Sahne kurulumu ertesi günkü Pinhani konseri için devam ediyordu. Muhteşem doğasıyla Karadeniz’i akciğerlerimize çekip orada tutmak, hiç bırakmamak istedik. Aldığımız her nefesin değeri bizim gibi beyaz yakalıların nezdinde çok önemliydi. Nitekim bir sene boyunca bu havayı içimize çekme lüksümüz yoktu, dönünce ise klimalı odalarımızda hasta olmamaya çalışacaktık.
Birinci gün herkes yoldan geldiği için geçen seneki gibi sakin kısa bir program vardı : Öğleyin kumanyaların dağıtımı, Tar deresi ve şelalesine doğru kısa bir yürüyüş ardından akşam yemeği. Sabah erkenden kahvaltımızı yaptığımız için bol bol vaktimiz vardı. Kavrun’dan kalan güneş kremi – ter – böcek spreyi katmanlarından kurtulmak için duş alabilsek süper olurdu elbet, ama kampta duş almak gibi bir lüksümüz yoktu, çünkü duş yoktu. Fakat milyonlarca şehir insanının önümüzdeki 4 gün boyunca sahip olamayacağı bir lükse sahiptik : Dereye girmek!
Tatilde oda servisi kapıma gelsin, klimam her daim açık olsun, bütün gün sahilde yatayım ve bronzlaşayım, 7 gün boyunca bu şekilde geçireyim diye düşünen bir insansanız, sadece Kaçkar dağları değil, genel olarak Karadeniz pek size göre değil. Ben çok kampçı, çok doğacı, sürekli dağ bayır gezen bir insan değilim aslında. Bu iki grubun arasında kalmış bir beyaz yakalıyım. Kaçkarfest ise sıradan bir çadır kampından öte, sizi patikalarıyla yer yer zorlayacak, sonrasında ise gördüğünüz her kareye, aldığınız her nefese, vurduğunuz her horona, tulumun her notasına ve ekmek bandırdığınız her muhlamaya hayran bırakacak bir etkinlik kampı. Bu sebeple minimum 18 yaş sınırı var. 29 yaşında biri olarak önümüzdeki 11 yıl boyunca ömrüm olduğunca katılmak isteyeceğim bir çadır kampı. Zaten ekinliğin sloganı da bu : Çadırını Kap Gel. Biz ise ekipçe buna bir de “Havlunu Kap Gel” ekleyerek dereye doğru yollandık.
Soğuk su giriş hızımızı biraz kesse de nemden bunalmış vücudumuzu misler gibi oldu. Dere hayati önem taşıyormuş meğerse, geçen sene 3 gün boyunca hiç duş alamadan nasıl kalabilmişiz hala aklım almıyor. Duştan sonra hazırlanıp kumanyalarımızı da çantaya atıp geziye hazırlandık. Tar Şelalesi’ne doğru ufak yürüyüşümüz uzun ağaçların içinden hızlıca ilerledi. Şelaleye varmadan hemen önce sol tarafımızdaki kaya manzarası beni geçen seneki gibi büyüledi yine. Sağda solda heyecanla koşturarak fotoğraf çekilen insanlar olması her zaman beni gülümseten heyecanlandıran bi şey. Etraf adeta bir Dechatlon sponsorluğu gibi, herkeste ufak çantalar, yürüyüş batonları, arazi ayakkabıları. Hatta bendeki kovboy şapkasından bile birkaç tane gördüm etrafta. Etrafı bırakın Haluk’ta bile aynısından vardı. Şelaleye varışımız çok uzun sürmedi. Geçen sene Tar şelalesine geldiğimizde rehberler pantolonları çıkarıp altlarına geçirdikleri mayolarla hemen şelaleye atlamışlardı. Bize kimse söylemediği için hazırlıksız yakalanmıştık. Ben daha önceden tecrübeli olduğum için ve de arkadaşlara gerekli tavsiyeleri verdiğim için hemen üzerimizdekileri çıkarıp mayoları giydik. Hayatımda daha önce hiç şelaleye girmemiştim. Fakat kıyaslamak gerekirse yağmurda denize girmek kadar güzel diyebilirim. Sırtımıza ince ince şelaleden dökülen su damlaları batarken, ağzımıza su damlaları sıçrarken gülümsemeye çalışıp poz verdik. ‘Keşke mayomuzu getirseydik’ diye bakan diğer katılımcılar arasında bu sefer ben yoktum, ben resim çeken değil, çekilen tarafta yer aldım bu sene. 130 kişilik bir ekiptik, şelalede yüzme imkanı bulan toplam 10-15 kişiydik. Yüzlerimizde gülücükler, herkes o kadar mutluydu ki! “Haydi” dedim bazı arkadaşlara, “İnsan hayatında kaç kere şelalenin altında yüzebilir?”
Çıktıktan sonra muhteşem bir balıkçıya gittik. Bu kadar kalabalık bir gruba göre bu seneki ulaşım & yemekler müthiş organize ve gayet hızlıydı. Mis gibi tereyağı kokusunda son zamanlarda yediğim en taze en güzel balıklardan birini yedim. Bol limon eşliğinde. Buradaki ortamın, havanın, oksijenin ve yeşilin verdiği bir psikolojik etki mi bilmiyorum. Nerede ne yesem bu dört gün boyunca inanılmaz lezzetli geldi bana. Tek eksik mısır ekmeğiydi. Hiçbir yerde mısır ekmeği göremedik maalesef. Akşam kamp alanına döndüğümüzde ateşin etrafında insanlar yavaş yavaş günün yorgunluğunu atıyorlardı, arkadan ince ince tulum sesi gelmeye başlıyordu. Gönüllüler çıkıp insanlara horon oynamayı, horon vurmayı öğrettiler. (Horon tepmek demeyin sakın ha! Çok kızıyorlar). Bu ses öyle ince öyle tatlı bir ses ki, döndükten bir hafta sonra bile kulaklarımda çınlamaya devam edeceğini o zamandan biliyordum. Karadenizlilerin neden sürekli bu müzikleri dinlediklerini iliklerime kadar tekrar hissettim. Çünkü buralıysanız, burada büyümüşseniz, bu havayı içinize çekmişseniz şayet, memleket özlemini giderebilmenizin başka bir yolu yok. Ben bile iki yıldır 4’er gün kalarak bu hale geliyorsam, bu topraklardan kopup Ankara’ya gelen, İstanbul’a taşınan insanların çektikleri özlemi hayal bile edemiyorum.
Hemşin Yaylalarina türküsü yüzüncü defa kulaklarımızda yankılanırken bazı arkadaşlar günün yorgunluğunu atmak için çadırlarına çekildiler. Henüz bu yayla havasının 5-6 saat uyku ile kendilerine yeteceğinin farkında değillerdi. Ertesi gün zıpkın gibi uyanacaklar ve bu dinçliğe inanamayacaklardı. Ateşin etrafı horon öğrenmeye meraklı gençlerle dolup taşarken ben, Ceren ve ufak arkadaş grubumuz ortamdan ayrıldık. Benim için bu seneki festivalin ve o günün önemi biraz daha farklıydı. Çünkü o akşam festivalin organizatörü Caner’in de yardımıyla, Siyamkar tepesine çıkıp evlenme teklifi ettim. Hayatımın en radikal değişimini bir gece vakti vadiye bakan yoldaki ışıkların göründüğü muhteşem bir tepede başlattım. Fakat bu başka bir hikayenin konusu.
Festivalin ikinci günü hayatımda gördüğüm en güzel yere tekrar gittim : Pokut Yaylası. Fakat öncesinde 45 dakikalık bir yoga seansı, gayet tatminkar bir açık büfe kahvaltı, henüz demlenmiş Karadeniz çayı bizleri mest etti. Ardından epey bozuk olan Pokut yoluna koyulduk. Bir senedir Spotify listemde halihazırda çalan türküler bu sefer minibüsün radyosundan bize eşlik etti. (https://open.spotify.com/user/11101099791/playlist/1sqeSyHQ3p9Ai1QPYPCNoN)
Pokut’un puharine
Açtım kulüp rakisi
Aklima geldi gene
Sevdaluğun acisi
Önce Pokut ve Amlakit’in hüzünlü türküleriyle dertlendik. Sanki sevdaluğumuzdan ayrılan biziz, sanki sevip de kavuşamayan bizmişiz gibi modumuz düştü. Neşet Ertaş derdi ki “Biz çekmediğimiz derdin türküsünü yakmayız”. Buradaki ayrılık türküleri buram buram yaşanmışlık kokuyor. Sonra Hemşin Yaylalari ile yeniden coştuk. Sanırım Kaçkarfest’e gelip de unutulmayan en popüler dizeler bunlar olsa gerek
Hemşin yaylalarina
Yattum uyuyemedum oy yattım uyuyemedum
Aradum sevduğumi
Daha dayanemedum oy daha dayanemedum
Şoförümüze adını sorduk : “Temel, İdris, Dursun, Sadık” dedi adam. Herhalde Sadık gerçek ismi olsa diye geçirdim içimden. Cam kenarında oturanlar omuzlarının bir tarafını çürütmüş bir şekilde tangır tungur çıkmaya devam ederken yüksekliğimizin yavaş yavaş farkına varıyorduk.. Bazı rehber arkadaşların anlattığına göre Pokut da Ayder gibi olmasın diye yolu bilerek yapmıyorlarmış. Tangır tungur bir şekilde tek şeritli toprak bir yoldan minibüsle önce Sal yaylasının önünden geçtik, ardından Pokut’a ulaştık. Aşağıda Çamlıhemşin’e doğru uzanan vadi, karşıda dağlar ve bulutlar. Yeşilin yüz milyon tonu, yer yer sisle grileşmiş, yer yer güneşle capcanlı. Tek kelimeyle : MUHTEŞEM. Hayatın boyunca yaşayacağın tek bir yer seçmemi isteseler, işte bu yayladan bir ev isterdim. Yanımda sevdiğim, bağlamam ve kitaplarım olsun. Çok da başka bir şeye gerek yok. Onca Avrupa başkenti gezdim, bir çok yer gördüm. Pokut kadar beni etkileyen, hayran bırakan ve izlemeye doyamadığım yer pek olmadı sanırım. Yeri gelmişken size emeklilik hayalimi de açıklayayım : yazları burada geçirmek. Maalesef buralı değilseniz burada yayla evi sahibi olmanız imkansız gibi bir şey. Keşke, keşke ve keşke burada bir evim olsa. Bundan sonra Hıdırellez dileğim belli.
Pokut’ta yeterli miktarda (birkaç yüz kadar) fotoğraf çekildikten sonra Hazindak (ya da Hazindag, ya da Hazindağ hangisi doğru bilmiyorum) yaylasına doğru yola çıktık. Yine Hemşin Yaylalarinaaaa diye türküye başlamışken hemen arkamızda bızzzzt bızzzzt şeklinde bir ses duyduk. Ardından hepimizi 2 gündür videoya çeken drone’un parça pinçik bir halde ağacın dalları arasından patır patır aşağı inmesini ağzımız açık izledik. Valla hepimizin yüreği cız etti. Biz bu kadar üzüldüysek sahibi ne haldedir diye düşündük, onun için ayrı bir daha üzüldük. Hatta Psikolog arkadaşımız Burcu bir ara gidip destek olmayı bile düşündü. Drone’u kullanan arkadaşın çektiği videolardan birisi :
https://www.instagram.com/p/BXwxORfDWC5/?taken-by=mserdarkilic
Patika çoğunlukla ağaçlık. Dar ve nispeten tehlikeli bir yol olduğu için dikkatli adımlarla yavaş yavaş ilerledik. Arada durup sağ tarafımızdaki mükemmel renk cümbüşüne, ayağımızın dibinde bitmiş turuncu mantarlara bakmayı ihmal etmedik. Herkes yola ve güvenliğe o kadar odaklandı ki çoğunlukla sağ tarafımızdaki uçurum ve enfes manzarayı doya doya izleyemedik. Rehberimiz Tanju bir ağacın kenarında durup çakımız olup olmadığını sordu, ağaca ufak dokunuşlarla parça parça bir şeyler çıkardı. Hayatınızda hiç ‘Çam Sakızı’ çiğnediniz mi? Ben bunu çam ağacının reçinesine atfen bir atasözü zannediyordum. Çam sakızı diye bir sakız varmış gerçekten. Reçine değil, daha katılaşmış ve gerçekten bildiğiniz sakız gibi çiğnenebilir hali. Müthiş bir aroması var, saatlerce gitmeyen. Yol boyunca ağzımızda çam sakızları, türkü söylemeye devam ettik :
Hemşin Yaylalarina
Gidilur mi karadan oy gidilur mi karadan
Artuk kavuştur bizi
Yeri göği yaradan oy yeri göği yaradan.
Hazindak yaylasına çıkan son yokuşu yavaş yavaş tırmanırken yayla evi olan amcalara teyzelere selam verip halini hatrını sorduk. Herkes son derece sıcakkanlı, müthiş sevecen. Yaylada buz gibi pınar (puhar/puhari) suyu içtikten sonra kumanyalarımızı yedik. Geçen sene de tam bu noktada, bu zamanlarda ‘insan burada yaşlanmaz’ diye geçirmiştim kafamdan. Yine aynı düşünceler yavaş yavaş uğradılar, bir selam verip gittiler. Ardından ne yapıyoruz? Gerçekten Ankara’da ne yapıyoruz? Neden bu saçma hayatı yaşıyoruz gibi huzursuzluk veren sorular hücum etmeye başladı. Şurada bir lokma ekmek ve şu manzaradan önemli ne var bizim için? Yola devam ettik.
Hazindak yaylası biraz sisliydi. Esas güzelliğini, karşıdaki uçsuz bucaksız dağ manzarasını bu sene göremedik, ama sisin de kendine özgü bir güzelliği var. Buraların her havasının, her mevsiminin kendine özgü bir güzelliği var elbet. Amlakit’e doğru yola devam ettik, bu sefer dilimizde Amlakit türküleri. Sevdalara konu olan Amlakit. Ara ara sisin içinden geçerken yağmurlukları giymek zorunda kaldık. Yağmurun içinden geçmek de, üzerinden izlemek, altında ıslanmak kadar güzel. Yer yer dere yatağından yürüdük, arazi ayakkabılarımız hakkını verdi, yer yer soluklanıp manzaraya kendimizi bıraktık. Böyle anlarda yorulmak çok keyif veriyor. Onca yürüyüşün, hem de kendisi de güzel olan bir yürüyüşün ardı sıra böylesi bir yaylaya çıkınca tadından yenmiyor. “Cennet vatanımız” kavramını herhalde ilk olarak buraları görenler söylemiş olsa gerek. Sümbüllerin arasından geçip gittik, ahşap yayla evlerine yine imrenerek baktık, çam sakızı bulduğumuz noktalarda çakılarımız ağaçlara dokundu. Dünyanın en güzel patikası burada bitti. Bundan sonrası daha turistik, daha keyfi : Palovit Şelalesi ve Zilkale.
Minibüse binip Tanju, bize taktığı ‘Çiçekler’ lakaplı ekibimiz ve komedi şoförümüzle yola devam ettik. Temel İdris Dursun Sadık abi aşağı doğru inerken yolda bir arabaya eliyle işaret edip durdurdu : aşağı doğru koşan 3 yaşlarında bir kız çocuğu gördünüz mü?’ dedi. Hepimiz birbirimize ürkerek baktık. Acaba haberimiz olmadan bir olay mı oldu? Birisi mi kayboldu? Şoförün ‘1.75 boylarında’ cümlesiyle adamın suratındaki afallamayı farkedip kahkahalarla gazladık. Buradaki herkes fıkra gibi. Organizatörlerden Caner’in anlattığı bir hikayeyi aktarayım (hatırladığım kadarıyla). Yaylalarda gezerken bir gün bir amcaya rastlamışlar. Sormuşlar adama, amca burada her gün yağmur yağıyor, siz nasıl yaşıyorsunuz burada sürekli diye. Adam da ‘Evet’ demiş, ‘Burada haftanın iki günü yağmur yağar’. Nasıl amca demişler. Biz geldiğimizden beridir her gün yağıyor kaç haftadır ? ‘Burada haftanın iki günü yağmur yağar. Biri üç gün sürer, biri dört gün sürer’ demiş. İşin esas komik yanı ise, adamların doğal olarak böyle olması. Bunu espri olarak yapmıyorlar. Mesela bizim şoförün durup durup ‘Ne deyisuuuuuun?’ deyişi. Hala kulaklarımda.
Palovit Şelalesi’ni fotoğrafladıktan sonra Zilkale’ye devam ettik. Müthiş bir manzara var. Bırakın buraya çıkmayı, adamlar buraya bu kaleyi nasıl yapabilmiş aklım almadı. Burası da geçen sene önünden hızlıca geçip gittiğimiz, gezemediğimiz noktalardan birisiydi. Bu sefer program çok daha rahat olduğu için kaleye gidebildik. Müthiş bir manzara, bulutların üzerindeydik yine. Yeşil ve saman sarısı rengi ne kadar da yakışıyor birbirine! Yüzlerce yıl önce burada durup bu manzarayı izleyenler de benzer hislerle mi doldular merak ettim. Dino Buzzati’nin Tatar Çölü romanı geldi aklıma. Sanki o kaledeydim, karşıdaki çöle değil de ormanlık alana bakarken yine hayatı sorguluyordum. İnsanın kendini aşağı ağaçlara atası, bulutlarla yüzesi geliyor. Hipnotize edici bir görüntü yine önümüzde. Kaç gün kalırsak kalalım bu güzelliklere alışmamız vakit alır? Tepkilerimizi kontrol edemedik. Zilkale’de zaman çok hızlı geçti. Keşke biraz daha kalabilseydik diyerek saman sarısı rengi haki yeşiline emanet edip kaleden de çıktık. Günlük turumuz bitti. Artık yemek ve hemen ardından kamp yerine dönme zamanıydı. Akşam yemeğini bir gün önce kahvaltı yaptığımız Çinçiva Cafe’de yedik (bütün festival grubu olarak). Pinhani konserine artık hazırdık.
Pinhani & Kavak Yelleri şarkılarını herkes bilip eşlik etti elbet. Fakat şok olduğumuz nokta solistin önce kemençe ardından da tulum – evet tulum – çalmaya başladığı nokta oldu. Çok konsere giden bir insan değilim, bu yüzden konser tercihlerim seçici oluyor. Fakat sahnede gördüğüm en özverili performanslardan birini az önce izlemiş olmanın keyfi, dilimde Pokut’un Puhari suyu çadırıma doğru yöneldim. Yine geride ateşin başında horon vuran insanlar var. Tulum sesi uzaktan ince ince devam ederken bu ezgilerle uykuya dalmam uzun sürmedi sanıyorum.
Sabah yine aynı kalitede kahvaltımızı yaptık. Yine deremize girip çimdik. Biraz soğuk da olsa bu keyfi uzun bir süre daha yaşayamacağımızın farkındaydık. Festivalin aslında son günü 3. gün, ertesi gün dağılma günüydü. Programda ise o gün Ortan – Makrevis köyü arasındaki patika var. Ardından ise zipline ve rafting yapacaktık. Ortan Köyü’ne doğru minibüsle girerken patika girişindeki ‘tur otobüslerinin girmesi yasaktır’ tabelası benim ve birkaç kişinin dikkatini çekti.
Gelişimizi haber almış olan ve bizi engellemeye çalışan iki yaşlı dede ile girişte ufak bir tartışma yaşadık. Kaymakamlık izni olması onlar için bir şey ifade etmedi fakat bir süre sonra geçmemize izin verdiler. Kafamızdaki yanyana 10-15 evin olduğu, bir köy meydanının bulunduğu klasik köy manzarası. Köşede bir köy kahvesi mesela, sağdan soldan geçen insanlar, mis gibi tezek kokusu? Hayır. Bunların hiçbiri yok. Çünkü biz bozkırda büyümüş çocuklar yine bir anlığına da olsa Karadeniz’de olduğumuzu unuttuk. “Köy” deyince kafamızda farklı şeyler canlanıyor. Toplamda gördüğümüz sadece birkaç tane evdi. Ağaçların, ormanın içinden geçip tepelere doğru çıkmaya başladık. Karadeniz’de köyde olmak böyle bir şey. Ağaçlık patikalar içerisinde evlerin birbiri ile yol bağlantıları var. Organizatörümüz Caner sessiz olmamız, etraftaki meyve bahçelerinden bir şeyler aşırmamamız ve tabii ki (e artık eşek değilsek yani) çöp atmamamız konusunda bizi uyardı. Yine festivaldeki insanların %90’ının kafasından “buralarda insan yaşlanmaz” ifadesi geçti. Geçtiğimiz serendere hayran hayran bakarken fotoğraf çekmeyi ihmal etmedik yine. Acaba kışın nasıldır buralar ?
Tahmin ettiğimiz köy manzarasının epey dışında bir tabloda olduğumuz için yürüyüş parkuru da tahmin ettiğimizden biraz zorluydu. Yine ağaçların içerisinden geçerek Makrevis Köyü’ne vardık. Makrevis köyünün adı değiştirilip Konaklar köyüne dönüşmüş. Caner’den bu konakların hikayesini dinledik. Rusya’nın çarlık dönemine dayanan, hatta Ankara’daki Funda pastanesine kadar uzanan bu hikayeyi kafamızda canlandırmaya çalıştık. Hikayeyi BURADAN okuyabilirsiniz. Ahşap pencereler önünde yine instagram pozları verdikten sonra aşağı doğru yürüyüşümüz devam etti.
Festivalin (akşamki konserlerden önce) son aktivitesi Rafting & Zipline. Çamlıhemşin’e çok yakın sıra sıra bir sürü rafting firması var. Bize Ruba Rafting denk geldi. Daha önce Fırtına Deresi’nde rafting yaptığımızda su debisi daha düşüktü, ve de zaman rahatlığından ötürü bottaki görevliler hemen hemen her botu sığ bir kenara çekip biraz yüzmemize izin vermişlerdi. Bu sefer debi çok az daha fazlaydı, ve belki macera aşkımızdan, belki solda kürek çekmeyi bir türlü beceremeyen karı koca çifften, belki de bizim görevlinin tecrübesizliğinden epey kayalara çarpa çarpa maceralı bir şekilde Heeeeey Hop! Heeeeey Hop diye diye aşağıya indik. Güzeldi. Epey eğlendik. Rafting sonunda 100 TL’ye satılan GoPro videosunu istemedik, çünkü geçen sene kendi makinamla çektiğim videoyu bir kere bile izlememiştim ben. Dolayısıyla almadık.
Ardından Osmanlı Restoran’da muhteşem bir akşam yemeği yedik. Yine muhlamaları gömdük. Yine mısır ekmeği olsaydı dedik. Dışarıda yağmur manzarasıyla kahvelerimizi yudumlamak müthişti. Bu sene bütün yemekleri dışarıda yapmaları bence son derece yerinde olmuş. Diğer türlü dağıtımı, çöpü, organizasyonu, yiyeniydi yemeyeniydi her türlü daha dertli oluyordu. Yediğimiz yemekler de (sulu kamp yemeği bile olsa) daha düzgün ve daha yerel olmuş oldu. Kampın son akşamı maceralı oldu. İnce ince yağan yağmur farkettirmeden hepimizi sırılsıklam etti. Herkes yağmurluğunu giyip çadırlara gitmeye başladı. Henüz Mehmet Kutanis ve Erdem Akın konserine bir iki saat varken ortalık boşaldı. Sahne ne olacak, millet nasılsa gelmeyecek uğraşmasalar bari diyorum ki – Karadeniz insanı burada da inatçılığını gösteriyor hemen. Sahneden konser alanına doğru uzun bir branda çektiler. Etraftan direkler ayarladılar. Yetmedi bir iki eski ağacı anında yanımızda kesip, dallarını saniyeler içerisinde budayıp kocaman çekiçlerle kazıkları gözümüzün önünde çaktılar. Adaşım Hasan Abi ekibe önderlik etti. 100 kişinin rahat rahat sığacağı, hatta dışarıdan gelen Hemşinli amcaların teyzelerin bile doluştuğu kocaman bir konser alanını gözlerimizin önünde saniyeler içerisinde organize ettiler. Biz de kenardan yağmurluklarımızın içerisinde bütün bu süreci, koşuşturmayı hayran hayran izledik. Yine komiklikleri, esprileri, yer yer hüzünlü yer yer eğlenceli şarkılarıyla önce Mehmet Kutanis (yar seni alamazsam, siçarum boyle aşka) ardından Erdem Akın sahne aldı. Yan taraftaki pansiyonda kaldığını öğrendiğimiz Pinhani de bir iki şarkıya eşlik etti. Erdem Akın ve Mehmet Kutanis’i dinlemeyi özlediğimi farkettim. İkisi de geçen sene ateşin başında sabaha kadar bizimle omuz omuza türküler dillendirmişlerdi. Bendeki aşinalıkla bütün türkülere katıldım. Mami diye seslendikleri Muhammet bir ara çıktı sahneye. İnce ince yağan yağmur (bize yağmur da, onlara fasa fiso tabii ki) eşliğinde bir süre sonra yine horon başladı. İnsanlar bekliyor olsa gerekti, herkes boş bulduğu çim alana yerleşti, sırılsıklam bir vaziyette horon vurduk. Saatlerce horon oynadık. Bence iki yıldır festivaldeki tek ve en büyük eksiklik düzgün horon öğrenememiş olmam. İzleye izleye yılda bir kere anca bu kadar oluyor. Biz de ekipçe eşlik edebildiğimiz kadar ettik. Yine tanıştığımız gönüllülerden Ümit bize birkaç ayak hareketi öğretmeye çalıştı. Son gece de yine ve yine çadırlarımıza tatlı bir yorgunlukla dönerek uyuduk.
Geçen sene zehirlenenleri kendi arabalarıyla sağlık ocağına taşıyan gönüllüler yine ufak tefek de olsa sıkıntılara canla başla koşturdular. Mesela ayağına çay döken Çağrı için “Arkadaşlar, lütfen herkes elundeki işi biraksun, yanik kremi arasun” anonsu geçildi. Yağmurda su geçiren çadırlar için ekstra çadır kuruldu. Elini arı sokan Burcu’nun çığlığına hemen herkes toplanıp yardım etti. Hepsi ayrı ayrı gönlümüzde yer edindi bu sene. Ertesi gün çadırları ter içinde topladıktan sonra son bir kez dereye girdik. Beni hüzün sarmaya başlamıştı yavaştan. Bütün bu gerçekliği bırakıp da yaşadığımız sahte hayatlara dönmek istemiyordum.
Sari eruk dallari oy
Sevduğum nerde kaldun
Hep gözlerum yollari oy
Not : Çok artistik görünen özellikle çiçekli böcekli fotoğraflar Dilşad‘a ait. Çok teşekkür ederiz maestro =)
Drone derlemesi :
https://www.instagram.com/p/BYglPsoDOvt/?taken-by=mserdarkilic