Bu sefer bir 6 aylık tembellik yaptığım için, değerlendirmelerimi kısa kısa ve toptan yapacağım. Bu ay listemiz uzun.
- Charles Bukowski / Ekmek Arası (8.5/10)
- Emrah Serbes / Her Temas İz Bırakır (8.0/10)
- Emrah Serbes / Son Hafriyat (8.3/10)
- Isaac Asimov / Ben, Robot (9/10)
- Dino Buzzati / Tatar Çölü (5/10)
- Arthur Conan Doyle / Sherlock Holmes & Baskerville Laneti
- Yuval Noah Harari / Sapiens – Hayvanlardan Tanrılara (7/10)
- Selçuk Aydemir / Liseden Arkadaşlar (9.5/10)
- Patrick Rothfuss / The Name of the Wind (10/10)
- Patrick Rothfuss / The Wise Man’s Fear (10/10)
Charles Bukowski / Ekmek Arası (8.5/10)
Kasabanın En Güzel Kızı benlik bir kitap değil demiştim. Bukowski’nin bu kitabı ise epey etkiledi beni. Gerçekten severek okudum. Dili çok daha güzeldi, Sürekli bir metafor aranan kısa hikayelerden ziyade derli toplu uzun hüzünlü bir öykü her zaman çekiyor beni. Birkaç kitabı daha var, Pulp mesela, önümüzdeki dönemlerde okumayı düşünüyorum. Zaten birazdan bahsedeceğim üzere, artık bir süre Kindle ile takılmaya karar verdiğimden, daha önce aldığım Bukowski kitapları, kitaplığımda duran ve elimdeki sınırlı sayıda basılı romanlardan birkaçı. Belki bir çılgınlık yapar, İngilizce okurum. Kim bilir ?
Bu noktada yeri gelmişken, “Yeraltı Edebiyatı nedir?” şeklinde, benim de çok bilmediğim bir konu ile ilgili ufak bir Wikipedia alıntısı yapayım (malum, giremiyorsunuz). Yeraltı edebiyatı, dili zincirlerinden kurtarmak için 19. yüzyılın ortaları ile 20. yüzyılın başlarında oluşmaya başlayan ben özgürüm diye bağıran edebiyat. Sert, aykırı, eleştirel, çoğunlukla gerçekle hayalin ince çizgisinde varolmaya çalışan yeraltı edebiyatı; alkolizmin, cinselliğin, sıradışılığın, küfrün dışa vurumudur. Kökleri yeteri kadar eşelendiğinde Marquis de Sade’e (1740-1814) kadar varılabilir. Sade, yazdıkları ile ‘başkalarına acı çektirmekten hoşlanma’ olarak adlandırılan ‘Sadizm’in fikir babası olmuştur. Erotizm ve şiddetle ilgili kitapları yaşadığı dönemde epey yadırganmış hapse atılmıştır. Ancak yazdıkları başka yazarlara ilham kaynağı olmuştur. Birçok edebiyat kalıbını hiçe sayan yeraltı edebiyatı, Charles Bukowski’yi (1920-1994) tanımamıza neden olmuştur. ‘Factotum’, ‘Kasabanın En Güzel Kadını’ , ‘Pulp’, ‘Postane’ eserlerinden sadece birkaçı. Özellikle de ‘Factotum’ yazarı daha iyi tanımamıza yardımcı olmakta. Bukowski, hayatının bir dönemini Henry Chinaski olarak ortaya sermekte çünkü. Yazar kitabında; çeşitli serseriliklerini, sürekli iş değiştirmesini ve kadınlarla olan ilişkilerini anlatırken kendisinin de bir yeraltı kahramanı olabileceğinin sinyallerini vermektedir. Son yıllarda daha hızlı gelişme kaydeden edebiyat, Chuck Palahniuk’un ‘Dövüş Kulübü’ (Fight Club) adlı eserinden 1999 yılında sinemaya taşmıştır ve hayran kitlesini arttırmıştır.
“Bir sigara yakıp tepeden inmeyi sürdürdüm. Umutsuz geleceğinin düşüncesiyle çıldıran bir ben miydim?”
“İlgi duymuyordum. Hiçbir şeye ilgi duymuyordum. Nasıl kaçabileceğime dair hiç fikrim yoktu. Diğerleri yaşamdan tat alıyorlardı hiç olmazsa. Benim anlamadığım bir şeyi anlamışlardı sanki. Bende bir eksiklik vardı belki de. Mümkündü. Sık sık aşağılık duygusuna kapılırdım. Onlardan uzak olmak istiyordum. Gidecek yerim yoktu ama. İntihar? Tanrım, çaba gerektiriyordu. Beş yıl uyumak istiyordum ama izin vermezlerdi.”
“Neden geldim buraya, diye düşündüm. Neden hep kötü ile daha kötü arasındaydı seçimlerimiz?”
“Bana nasıl davranmaları gerektiğini bilememeleri beni endişelendiriyordu. Tavır ve konuşmalarında belli ediyordu bu kendini. Kararsız, rahatsız, ama bir yandan da ilgisiz ve sıkılmış bir halleri vardı. Yaptıkları şey umurlarında değildi. Bir şey yapmaları gerekiyordu -herhangi bir şey- çünkü bir şey yapmamak mesleğe aykırıydı.”
“Mutsuz olup olmadığımdan emin değildim. Mutsuz olamayacak kadar bedbaht hissediyordum kendimi.”
“İnsanlar adaletsizliği sadece kendi başlarına gelince düşünüyorlar.”
“Hiç bir şey söylemedim çünkü nefret ediyorsan yalvarmazsın.”
“Kelebeklerin ve arıların arzuladığı bir çiçek olmak varken, sinekleri cezbeden bir bok parçasıydım.”
“Yine de pürüzsüz ciltlerine ve beyinlerine rağmen eksik bir yanları vardı çünkü henüz sınanmamışlardı. Yaşamlarında nihayet felaketle karşılaştıklarında çok geç olacak veya çok sert gelecekti. Ben hazırdım. Belki”
Emrah Serbes / Her Temas İz Bırakır (8.0/10)
Emrah Serbes / Son Hafriyat (8.3/10)
Ön açıklamamı yapayım : Diziyi izlemedim. En azından kitabı okuduğum sırada izlememiştim. Elbette karakterleri biliyorum, arada denk geldiğim oldu, ama düzenli izlemişliğim hiç yok. Aslında bu benim için bir ekstra ayıp. Behzat Ç’nin çekildiği ev bizim sokağın diğer ucunda. Harun (yani Fatih Artman) bizim mahalleden, hatta kendisiyle üç beş kere basket oynamışlığımız var. Çok uzatmayayım, belki çok uzun diye, belki başını çok kaçırdığım için, hiç oturup sürekli izlemedim. Seviyorum merkez sahnesini, hatta bölümünü biliyorum ama mesela.. Kitaplara dönersek. Emrah Serbes’in okumadığım son iki kitabı buydu. İki kitap birarada 10. yıl özel baskısı çıkınca, dayanamadım aldım. Kapağını nasıl bir maddeden yaptılar bilmiyorum, ama dokunması çok tatlı bir his bırakan bir kapağı var. Güzel. Artı Bir Puan. Sanırım ciltli kitaplara biraz daha subjektif yaklaşıyorum.
Hikayeler çok güzel, karakterler zaten az biraz tanıdık, kitap da su gibi aktı gitti. İlk kitabı ikincisinden daha çok sevdim. İkinci kitapta sürekli arayıp Bahattin Abi’yi soran adam bana Erol Egemen’i hatırlattı (bknz: Kaybedenler Kulübü). Karakterleri de diziden bildiğiniz için, kafanızda canlandırarak okuması çok keyifli.
Hep güzel şeyler söyledim. Fakat yazım dili, hikayelerin bağlantısı, “edebiyat” açısından Erken Kaybedenler ile arasında epey uçurum var bence. Müptezeller ile dağlar var. Hiç bilmeyen bir insan bile bu serinin yazarın daha önceki kitaplarından, ilk denemelerinden olduğunu sanırım çıkarabilir. Yine de okuyun. Bol not verdim, amirimi sevdiğimizden.
Sahici bir sarsıntı sahte bir dengeden iyidir.
Telafisi en güç şey dikkatsizlik sonucu kırılan kalplerdir. İş işten geçtiğinde bütün mazeretler tedavülden kalkar, kıran da kırılan da piç gibi ortada kalır.
Bizi samimiyetin hastalık olduğuna inandırmaya çalışıyorlar. İnanınca,herkes gibi olunca,aptallaşınca iyileşiyoruz
Yanlış bir hayat doğru yaşanmaz.
– İyi misin amirim?
– Saçma sapan konuşma!—
Sakin bir adamın çileden çıkması, ortamlarda her zaman etkileyici bir unsurdur.
Kayda değer bir kişiliği olmayan adamların kaygıları birbirine ne çok benzer.
– Kendini ne zamandan beri Red Kit sanıyorsun?
– Sen kendini ne zamandan beri Selma sanıyorsun?
Isaac Asimov / Ben, Robot (9/10)
Evet şimdiye kadarki puanlara bakarak söyleyebiliriz ki epey bol keseden puanlar dağıttım. Ya da kalitesi bol kitaplar okudum. Bir ihtimal de, bu yazıları aylar sonra yazdığım için kitapları tekrar özledim, özlemle güzel kısımlarını hatırladım, ondan bu bonkörlüğüm. Asimov’u ilk defa okuyorum, epeydir de bilim kurgu okumamıştım. Kitabın esas etkileyici özelliği güzel bir kurgu olması değil, yıllar önce, hem de bayaaaaa yıllar önce böyle bir kurgu yazmış olması. Adam 1930ların sonlarına doğru robot hikayelerinin çoğunu yazmış. Düşünün, millet buharlı makinelerle filan uğraşadursun, adam yıldızlararsı seyahat, pozitronik beyin, mekanik, anlaşılamayan algoritmalar… Müthiş bir şey değil mi ? Hikayelerin hepsi de çok güzeldi. Robot mu insan mı olduğu anlaşılamayan vali hikayesi daha da güzeldi. Kandıran robotlar, egosu olan robotlar, fedakar robotlar, her halükarda 3 kuralı izleyen robotlar. Şu anda okuduğunuz zaman hepsi olabilirmiş gibi geliyor kulağa, fakat bundan 80 yıl önce bunları düşünseniz, herhalde çok ütopik gelirdi. Çok güzeldi. Sade, akıcı, keyifli. 8.5 vermiştim ama 9 yapıyorum, değiştirdim. Not : filmini izlemedim.
Üç Robot Kanunu
1. Robotlar, insanlara zarar veremez ya da eylemsiz kalarak onlara
zarar gelmesine göz yumamaz.
2. Robotlar, Birinci Kanun’la çakışmadığı sürece insanlar tarafından verilen
emirlere itaat etmek zorundadır.
3. Robotlar, Birinci ya da İkinci Kanun’la çakışmadığı sürece kendi varlıklarını korumak zorundadır.
“Bazen sıradan olanı görmek daha zordur. İnsanlar burnunun ucundaki şeyi görememekten yakınır. İyi de, karşında bir ayna yoksa burnunun ne kadarını görebilirsin ki?”
“then you don’t remember a world without robots.”
Dino Buzzati / Tatar Çölü (5/10)
Yine bir klasik, yine bir hüsran. Kitap başlarda çok keyifliydi. Merak ederek okudum gerçekten de. Hatta hayatında 3 kitap okumuş (tamam 5 olsun) Yiğit’in de bu kitabı okumuş olması benim beklentilerimi yüz katına çıkardı. Fakat yine isminin güzelliğine ve kapağına aldanıp aldığım bir İletişim klasiğine yenik düştüm. Sizi düşündüren kısmı şu : Hayat geçiyor. Yapmak istediğin şeyleri yapmak için önünde kocaman rahat rahat uzanan yıllar yollar yok. Bir yere tıkılıp kalmadan, alışmadan önce yola dikkatli karar vermek gerekli. Lan? yine lanet metaforlar mı yoksa?
Evet, kitaptaki kale, hiçlik olgusu ve insanın kaderine boyun eğmesine dair tamamen bir metafor. Çölün ortasında bir kale. Şurada bir inceleme yazısına denk geldim :
Peki kale ne anlama geliyor tüm bu insanlar için? Kale, kale bir takıntı, beklenen serüvenin gerçekleşeceğine inanılan yer, gizli bir kibirin yansıması, umut, kahramanca bir yazgının beklentisini körükleyen… yer ve aslında kale, edilgence beklemenin, hayatı sana verilecek olduğunu sandığın önemsenmenin kilidini açacak olduğuna inandığın bir sürünceme, zamanın dingince akarken bildik şeylerden, yüzlerden, hareketlerden, eylemlerden, alışkanlıklardan oluşan kozasının güvenli hapishanesi, bir aldatmacanın süslü hayallerle cilalanmış ve kananı kendisine zincirleyen hediye paketi olarak sunuluşu, hiçbir şey yapamadığın, değiştiremediğin bir sistem… kale insanın kendisini adadığı hiçliğin sembolü, yitik bir adadır.
Kitabı böyle okursanız bir şeyler ifade ediyor tabii. Özellikle Drogo’nun “Ya benim yazgım sıradan bir yazgıysa?” şeklinde düşünmeye başladığını hissettiğiniz an siz de düşüncelere dalıyorsunuz. Kaleden çıkın. Kendi etrafınıza inşa ettiğiniz güvenli bölgeden çıkıp, maceraya atılın. Çünkü hayat çok kısa.
“Önünde öyle çok zaman vardı ki. Yaşamdaki tüm güzel şeyler onu bekliyor gibiydi. Aceleye ne gerek vardı? Kadınları, o uzaktaki sevimli yaratıkları bile, yaşamın doğal akışının kendisine nasıl olsa bir gün sunacağı kesin bir mutluluk olarak görüyordu.”
İnsanın, tek başına olduğu ve hiç kimseyle konuşamadığı zaman bir şeye inanması çok zordur.
“Sizin gibilerini daha önce de gördüm’ diye devam etti komutan.’Yavaş yavaş kalede kalmaya alıştılar, buraya hapsoldular, hiç kıpırdayamadılar. Sonuçta otuz yaşında kocadılar.”
Sir Arthur Conan Doyle / Sherlock Holmes & Baskerville Laneti
Ceren’den aldığım, zaten bir iki saate biten bir çizgiroman versiyonu. Çizgiroman, anime, manga okurken resimlere tek tek bakıp inceliyor musunuz? Yoksa kendinizi hikayeye kaptırdığınız için zaman geçip gidiyor ve yazılara mı odaklanıyorsunuz? Küçükken Redkit çizgiromanlarımı çok severdim. Ama sanırım bu tarz artık bana hitap etmiyor. Mesela Suç ve Ceza’yı NTV yayınlarından alıp benzer şekilde okuduğumda pek de sarmadı. Biraz vakit kaybı gibi geldi. O yüzden oy vermeye yetkin göremedim kendimi. Ama birkaç saatiniz varsa, biraz da dedektiflik hikayelerini seviyorsanız açın okuyun. Benim esas tavsiyem : Açın izleyin nitekim son sezonu daha izleyemedim.
Bir başka kitabından sevdiğim bir cümleyi yazayım sizlere : Ödüller sadece iyi güçler tarafından verilir, onun içindir ki çiçekler, içlerinde umut barındırır bence.
Yuval Noah Harari / Sapiens – Hayvanlardan Tanrılara (7/10)
Çok satan süper popüler bir kitap. Özellikle Homo Erectus, Neanderthaller’in anlatıldığı dönem çok eğlenceli. Severek okumaya başladım. Fakat şöyle birkaç nokta var.
Birincisi böyle belgesel gibi kitapları, hele de böyle kalın ve uzun kitapları okumak bir yerde bayıyor. Evde belgesel izlediğinizi düşünün. Sürekli ardarda 10 bölüm büyük kedilerin günlüğü izlerseniz bir yerden sonra bayar. (Bayar değil mi? Sadece ben değilim?). Bu kitap da biraz öyle. Başta “anaaaa, lan bu çok ilginçmiş dur bak..” diye okuyorsunuz. Yarıya yakın kısmını da böyle okudum aslında. Ama bazı ekonomik kısımlar çok sıktı, hatta sonlara doğru hızlı hızlı okuyup geçtim. (Böyle yapınca aklıma Turgut’ın sinema filmlerine dair söylediği bir cümle geliyor : “Kanka, insan hayatı çok değerli, lüzumsuz harcamamak lazım”).
Homo Deus’u da Hakan & Esra bana doğumgünü hediyesi olarak almışlardı. Adamın nasıl bir gelecek öngördüğünü daha çok merak ediyorum. Fakat bir süre belgesel okumaya ara vereyim. Nitekim, birazdan bu serinin en güzel kitaplarını tanıtacağım sizlere. Son dönemde okuduğum en iyi kitaplar. Ama önce Sapiens’i tamamlayalım :
Tarihin akışını üç önemli devrim şekillendirdi. Yaklaşık 70 bin yıl önce başlayan Bilissel Devrim, 12 bin yıl önce bunu hızlandıran Tarım Devrimi ve tarihi sona erdirip bambaşka birşeyi baslatabilecek yalnizca 500 yıl önce başlayan Bilimsel Devrim. Bu kitap, bu üç devrimin insanları ve diğer organizmaları nasıl etkilediginin hikayesini anlatıyor.
“Tarihin en kesin yasalarından biri de şudur: Lüksler zamanla ihtiyaç haline gelir ve yeni zorunluluklar ortaya çıkarır. İnsanlar belli bir lükse alıştıklarında bir süre sonra onu kanıksarlar. Onu yaşamlarında hep bulundururlar ve bir süre sonra onsuz yaşayamaz hale gelirler.”
“Tarım Devrimi yeni ve kolay bir yaşam biçimi sağlamaktan ziyade, çiftçilere genellikle avcı toplayıcılarınkinden daha zor ve daha az tatmin edici bir yaşam oluşturdu. Avcı toplayıcılar zamanlarının daha büyük bölümünü, çeşitli ve insanı zihinsel olarak uyaran faaliyetlerle geçiriyorlardı, ayrıca açlık ve hastalıkla boğuşma ihtimalleri de daha düşüktü. Tarım Devrimi insanlığın elindeki toplam gıda miktarını kesin olarak artırdı ancak daha iyi bir beslenme veya daha çok keyifli zaman yaratmadı. Daha ziyade nüfus patlamasına yol açarak şımarık seçkinler yarattı. Ortalama çiftçi ortalama avcı toplayıcıdan daha fazla çalışarak karşılığında daha kötü besinlere sahip oldu. Tarım Devrimi tarihin en büyük aldatmacasıdır.”
“Zihin hoşuna gitmeyen bir şey yaşadığında şiddetle bu rahatsızlıktan kurtulmak, hoşuna giden bir şey yaşadığında da zevkin kalıcı olmasını ve yoğunlaşmasını ister, bu yüzden de hep doyumsuz ve huzursuzdur.”
“Tarih çok az insanın “yaptığı”, geri kalanların da tarla sürdüğü veya su kovaları taşıdığı bir şeydir.”
“Dedikodu sıkça kötülenen ama aslında kalabalık gruplar halinde işbirliği yapabilmenin de temelini oluşturan bir beceridir.”
“Bir İspanyol köylüsü 1000 yılında uyuyakalıp, beş yüz yıl sonra Kolomb’un mürettebatının Nina, Pinta ve Santa Maria gemilerine binerken çıkardığı patırtı esnasında uyanmış olsaydı, dünya yine de gözlerine çok tanıdık gelirdi. Teknolojide, yaşam biçiminde, siyasi sınırlarda pek çok değişiklik yaşanmış olsa da, bu ortaçağ gezgini yine de kendisini evinde hissederdi. Buna karşılık, Kolomb’un denizcilerinden biri benzer bir uykuya dalıp 21. yüzyılda bir iPhone’un sesiyle uyansa, etrafındaki dünya tanıyamayacağı kadar yabancı gelirdi. Kendi kendine “Yoksa burası, cennet ya da cehennem mi?” diye sorabilirdi.”
“Yerliler Cortés’e neden İspanyolların altına böylesine tutkun olduklarını sorduklarında ünlü fatih şöyle cevap verdi:”Çünkü ben ve arkadaşlarım ancak altınla giderilebilen bir kalp hastalığından muzdaribiz.”
“Biz buğdayı değil, buğday bizi evcilleştirdi. Avcı toplayıcı olarak binlerce yıldır ayak basmadığımız toprak bırakmadan, dünyada ki her vitamin deposundan arzusunca yiyebilen insan tarımla bir yere hapsolup kaldı ve zamanla evrimin(ya da tanrının) ona bahşettiği en büyük özellik olan adaptasyonu icra etmeyi unuttu. Evcilleştirmek(domestikasyon) Latincede ki domus(ev) kelimesinden türemiştir. Özgürlüğünü bırakıp eve hapsolan ise buğday değil insandır.”
Selçuk Aydemir / Liseden Arkadaşlar (9.5/10)
Henüz hiçbir kitaba 10/10 vermedim. Yani daha öncesinde verdiğim kitaplar var elbet, ama blogda yazmaya başladığımdan beri denk gelmedi. En yaklaşanı da bu kitap oldu. Öncelikle Şunu belirteyim, bu ikinci kitap. İlk kitap Mahalleden Arkadaşlar, ve o kitap 10/10’luk bir kitaptı. On numara beş yıldızdı yani. Bu kitap da fena değil, son dönemlerde okuduğum KESİNLİKLE en komik kitap. Kitabın arkasını direk kopyalıyorum :
Mahalle kültürünün son demlerinin yaşandığı yıllar… İlk arkadaşlıkların okuldan değil de apartmandan kurulduğu, bakkala diye evden çıkıp arkadaşlarla sokaklarda oynanan zamanlar… Küçükçekmece’nin küçük bir mahallesinde büyüyen ve artık gerçekten büyüdüğüne inanan Selçuk, çetecilik işlerini bırakıp gideceği “süper” lise ile hayatında başka bir sayfa açma hayalleri kurarken evdeki hesap çarşıya uymuyor. Selçuk ne kadar beladan uzak durmak istese de arkadaşları Mete, İsmet ve Serkan’ın da farkında olmadan yaptıklarının katkısıyla belanın tam ortasında buluyor kendini. Çalgı Çengi, Düğün Dernek, Kardeş Payı ve İşler Güçler gibi dizi ve filmlerin senarist ve yönetmeni Selçuk Aydemir, 15 yaşındaki bir ergenin gözünden ilk aşkları, arkadaşlıkları, hayalleri, aileyi ve mahalle yaşamını anlatıyor. Fonda da Selçuk ve arkadaşlarının okulun en belalı adamına karşı giriştikleri mücadelenin mizah dolu hikayesi var. Beden dersinin olduğu gün formasının altına eşofman giyenler, siyah-beyaz tüplü televizyona Commodore 64 bağlayan dedeler, sevdiği kıza açılırken ölecekmiş gibi olup da ölmeyenler, kolay çarpılıyor diye Pi’yi 3 değil de 5 alanlar, mahallenin mavi tikli official ulakları yani dırdırcı teyzeler ve arkadaşlık yeminini tamamlamaya kararlı bir grup ergen başrolde Liseden Arkadaşlar’da…
Şunu söyleyeyim ki, bir araştırmaya göre (FutureBright) insanların, hatta ve hatta genç çocukların bile en büyük dileği “geçmişe dönmek”. Geçmişten kasıt 90lı yıllar, teknolojinin hayatımızda bu kadar hakim olmadığı dönemler. En çok özlenen dönem. Genç insanlara sormuşlar, 18-24 yaş arası olup da geçmişte yaşamak isteyenlerin oranı %36. Düşünün, hayata dair, geleceğe veya şu anda dair bir umutları yok. Ne şanslıyım ki ben o dönemde yaşadım, ve de böyle bir insan olarak şekillenmemde inanılmaz etkisi oldu. Belki 5 yıl sonra doğsaydım, yine aynı aile, aynı toplum, aynı arkadaş çevrem olsa dahi bambaşka bir insan olabilirdim.
Ve ben o dönemlerde çocukluğunu yaşayan son jenerasyonum. Bu kitaplarda (Mahalleden Arkadaşlar & Liseden Arkadaşlar) kendimi bulmam, bizzat yaşamam (beden dersi için pantolonun altına eşofman giymek mesela, tüf tüf ile oynamak, niyetçilik, bisiklet, tüplü televizyonlar, gerçekten Commodore 64) üzgünüm ki kitaplara 10 üzerinden 11 bile vermemi sağlayabilir. Siz okuduğunuzda aynı tadı almayabilirsiniz belki. Sizden 10 yaş büyük olan, abla diye hitap ettiğiniz komşunuzun kızına aşık olmadıysanız hiç, bunu apartmandaki herkes öğrenmediyse mesela, empati yapamazsınız. Böyle komik arkadaşlarınız olmadıysa, hiç mahalle kavgasına karışmadıysanız, arabanın altına topunuz kaçıp da almaya yeltenmediyseniz, bir plastik topu havaya atıp yumurta testi yapmadıysanız anlamanız zor. Verdim gitti.
“5 kişi geldiler beni dövmeye diğer 4’ü çekirdek yiyip kavgayı izledi, kavga bitince çekirdeklerini bırakıp hastaneye taşıdılar beni. Bana yardımcı olmak için getirmiş diğer 4 adamı.”
“Pi’yi 5 alıyor sizinki! Öğretmenler toplantısında gündeme geldi , dedik ulan bari 3 al Pi’yi, hadi bak kimseye yapamayız sana özel, 4 al lan! 5 ne Allah aşkına? Bize bunun gelişi 3,14”
“Günün birinde insandan karşılık beklersen o da sana hemen insan olduğunu hatırlatır.”
“Öğretmenlik güzel meslek, yazın 3 ay tatili var birinci çinko. Saksıya çalıştırıp, okula yakın ev tutacan, boş derslerde eve gidip yatıcan yuvarlanıcan. Karın da öğretmen olursa eve çift maaş girer ikinci çinko! Bir de özel ders verseniz aha tombala! İşte o zaman karı koca paranın…” Fikri Dayım
Patrick Rothfuss / King Killer Chronicles (10/10)
Çok fazla fantastik kitap okuyan birisi değilim. Ejderha Mızrağı imiş, EarthSea filan bunları sadece ismen biliyorum. Diğer okuduklarım ise Yüzüklerin Efendisi, Taht Oyunları vs. Bilindik popüler (ve efsane) romanlar. Bu kitap sanıırm fantastik romanlarla ilgili fikrimi değiştirdi. Belki seriyi bitirince biraz daha devam edebilirim.
Birkaç noktaya parmak basayım : Kitabı ingilizce okumaya başladım. Herhangi bir romanı eline alıp da İngilizce okumak biraz işkence oluyor. Fakat Kindle’da okuduğum için anlık kelimelere bakabiliyorum. Ve gerçekten de kelime haznemi arttırdığımı söyleyebilirim. Öte yandan, ilk kitap 600 küsür, ikinci kitap ise 1200 küsür sayfa. Bunları taşıma zahmetinden de kurtuldum. Kindle ya da herhangi bir e-kitap kullanmanın böyle bir avantajı daha var. Hala sayfa çevirmeyi, yeni kitap kokusunu, eski kitap kokusunu çok seviyorum. Hala basılı kitabı elektroniğe tercih ederim. Fakat orjinal dilinde okumak istersem : birincisi bulmak çok zor, ikincisi internetten sipariş versem bile çok pahalı, dolayısıyla kindle ön plana çıkıyor.
Kindle reklamından sonra tekrar konuya dönersek, Kral Katili Güncesi çok güzel bir seri. İlk kitap Rüzgarın Adı (The Name of the Wind) bir çırpıda bitti, İngilizce okuyor olmama rağmen. Şu anda kitabın ikinci serisi Bilge Adamın Korkusu (The Wise Man’s Fear)’nun yarısını geçtim. İlk yorumlarımı spoiler vermeden hızlıca aktarayım :
Kitap Harry Potter ve Game of Thrones karışımı bir şey diyebiliriz bence. Baş kahraman Kvothe, bir takım magical şeyler öğrenebileceği bir okulda, başka bir zamanda başka bir çağda, bu çağ Game of Thrones ortamını da andırıyor, farklı birkaç krallık, Akgezenler tarzı birkaç fantastik canlı – fakat bu herkesçe bilinen böyle kalabalık bir ordu değil, 7 kişilik ufak bir grup) kahramanımızla maceralara atılan ufak bir guild grubu, (ilk ve ikinci kitapta farklı gruplar) ve de olayın en güzel kısmı, Kvothe bir müzisyen. Lavta çalıyor (Lavta ud gibi, fakat sapı biraz daha uzun ve perdeleri var). Ara ara müziğe yaptığı göndermeler, müziksiz hissettiği eksiklik duygusu, enstrümanına sanki vücudunun bir parçasıymış gibi davranışı… Bunlar beni etkileyen ekstra olaylar. Kurgu da çok güzel. Aslında bazı şeyler çok tahmin edilebilir, yazar çok fazla sezdiriyor gelecek olayları ama sırf onun için puan kırmak istemedim. Uzun zamandır böyle heyecanlanarak kitap okumamıştım. Serinin üçüncü kitabına gelince… Taştan Kapılar (Doors of Stone) henüz ortada yok. Adamın Hollywood dizisi çekilsin diye beklentileri olduğunu söyleyen bloggerlar var. İkinci kitabı da yaklaşık 6 yıl önce yazdığını düşünürsek.. Size de bir yerden tanıdık gelmedi mi ? G.R.R. Rothfuss olsa ismi yeridir.
“Music is a proud, temperamental mistress. Give her the time and attention she deserves, and she is yours. Slight her and there will come a day when you call and she will not answer. So I began sleeping less to give her the time she needed.”
“It’s like everyone tells a story about themselves inside their own head. Always. All the time. That story makes you what you are. We build ourselves out of that story.”
“Words are pale shadows of forgotten names. As names have power, words have power. Words can light fires in the minds of men. Words can wring tears from the hardest hearts.”
“We understand how dangerous a mask can be. We all become what we pretend to be.”
“You have to be a bit of a liar to tell a story the right way.”
“Bones mend. Regret stays with you forever.”
“Using words to talk of words is like using a pencil to draw a picture of itself, on itself. Impossible. Confusing. Frustrating … but there are other ways to understanding.”
“The boy grows upward, but the girl grows up.”
“You do not know the first note of the music that moves me.”
“There are three things all wise men fear: the sea in storm, a night with no moon, and the anger of a gentle man.”
“It had flaws, but what does that matter when it comes to matters of the heart? We love what we love. Reason does not enter into it. In many ways, unwise love is the truest love. Anyone can love a thing because. That’s as easy as putting a penny in your pocket. But to love something despite. To know the flaws and love them too. That is rare and pure and perfect.”
“I learned to love the feel of good words”
“When the hearthfire turns to blue,
what to do? what to do?
run outside, run and hidewhen his eyes are black as crow?
where to go? where to go?
near and far. Here they are.see a man without a face?
move like ghosts from place to place.
whats their plan? whats their plan?
Chandrian. Chandrian”
Abi game of thrones bile bu kadar ara vermiyor. beklemedeyiz, daha çok yaz lütfen..
Birkaç taslak var. Coming soon.