Kitap / Ocak 2017

Émile Zola / Meyhane (7/10)

Son zamanlarda okuduğum klasikler içerisinde en güzellerinden birisiydi diyebilirim. Zola hiç okumamıştım. Hem anlatım tarzı hem de hikayenin kurgusu sıkmadı. Ufak tefek naçizane yorumlarıma geçiyorum hemen :

Kitabın 1800’lü yılların Paris’in de geçiyor olması beni biraz daha okumaya motive etti. Tanıdık semt isimleri, kitabın başındaki çizimler, her şey kafamda bütün kitabı ve aileyi canlandırmama yardımcı oldu. Hatta ilk 50 sayfayı okuduktan sonra oradan bile aslında uzatılsa birkaç kitap çıkabileceğini düşündüm. Kitap Gervaise’in Paris’e geldikten sonra yirmili yaşların başından ölünceye kadar geçirdiği bütün yaşamını anlatıyor aslında. Burada tek hoşuma gitmeyen ani karakter değişimleri oldu. Zaten kitabın arkasını okuduğunuzda bir çöküş başlayacağını, insanların bir sefalet içine sürükleneceklerini anlıyorsunuz. Her şey muhteşem gitmeye başladığı bir noktada insan ne zaman çöküşe geçecekler acaba? Hangisi buna sebep olacak, ve nereden başlayacak diye sormadan edemiyor. İnsanlar çevrenizde rastlayabileceğiniz tarzda insanlar, gündelik cimriler, dedikoducular, hayalleri olan ve onun peşinden koşanlar, hayalleri olan ve onları yitirenler. Rüzgar ne taraftan eserse onun yanında olanlar. Saf temiz duyguların oluşumu ve ardından yitirilişi. Acı dolu bir hikaye aslında. Düğünden sonra yapacak hiçbir şey bulamayıp Louvre’a gidişleri ve Coupeau’nun Mona Lisa’yı teyzesine benzetmesi ise yine mutlu bir gülümseme oluşturan detaylardan.

Benim için bu kitaptaki en vurucu nokta boşvermişlik hissi oldu. Hepimiz için hayatta “eee ne olacaksa olsun” dediğimiz anlar var. Burada en uç noktasını anlatmış Zola.  Bu kitabın Amerika’daki işçi romanlarına bir öncü niteliğinde olduğu da yine kitap yorumcularının incelemeleri arasında. Kitabın çevirmeni Cemal Süreya. Bazı kitaplarda çevirmenin ustalığını ya da uydurukluğunu farkediyorsunuz ya hani, bu da onlardan birisi. Şu cümlenin güzelliğine bakar mısınız? İnsan bir kere ölmeyegörsün, ondan sonra uzar gider ölüm… Bu kitabı Fransızca’dan ben çevirseydim, bu cümleyi böyle çeviremezdim mesela.

Zola bu kitap üzerine epey eleştiri almış. Kendisinin de şöyle bir sözü var :

Zaten kendimi savunuyor değilim. Yapıtım beni savunacaktır. Gerçeğin kitabı o, halkı anlatan, yalan söylemeyen, halkın kokusunu taşıyan ilk roman. Ama onu okuyunca halkın bütünüyle kötü olduğu kanısına varmamalı; çünkü benim kişilerim kötü değil, sadece cahil kalmış insanlar, içinde bulundukları çetin iş koşullarıyla, yoksullukla bozulmuş insanlar.

Bir başka ilginç bilgi de, 1959’da Türkçe’ye “Sen Bir Meleksin” olarak çevrilmiş olması. Lafı çok da uzatmadan şöyle bitireyim : Normalde klasikleri çok tavsiye etmem, ama Zola’nın sözleriyle bu kitabı önerebilirim : “Bu eyleme dökülmüş bir ahlak dersidir”.

Yaşamın kederli geçen günleri arasına, seyrek de olsa bazen, neşeli günler serpiştirilmiştir. Birbirini sevmeyen, hatta birbirlerinden nefret eden insanlar, böyle günlerde birbirlerine yakın görünürler.

Vallahi, dedi, hırslı bir insan değilim ben, fazla bir şey istemiyorum. Emelim, rahat çalışmak, her zaman yiyeceğim ekmeği bulmak, uyumak için başımı sokacak bir deliğe sahip olmak, bir yatak, bir masa, iki sandalye o kadar. Ha! Çocuklarımı da büyütmek ve mümkünse onları iyi birer insan olarak yetiştirmek isterim. Bir emelim daha var, günün birinde bir ev kurarsam dayak yememek…. İşte, buna gelemem doğrusu… Hepsi bu kadar, görüyorsunuz, bu kadar.

İnsan bir kere ölmeye görsün… Bak ne diyorum… insan bir kere ölmeye görsün, ondan sonra uzar gider ölüm.

Evet, duvarlar çıplak, yüreği de. Tam bir bozgundu, çukuru tam bir yuvarlanıştı bu. Kendini çok bitkin hissediyordu; yapabilirse, daha sonra toparlanabilirdi.

Uğur Mıstaçoğlu / Sağ Elim Doluydu (9/10)

Yeni keşfettiğim yazarlardan birisi de Uğur Mıstaçoğlu oldu. Kitap süper ince, 3-5’er sayfalık kısa kısa bir çok hikayeden oluşuyor. Sağ Elim Doluydu konulu hikaye ve şarj cihazı epey ilginç olanlarından. Kitapta bir çok karakterle kendinizi eşleştirebilirsiniz, sosyal medyaya da değinen ilginç hikayeler var. Yazarın tarzını da, anlatımını da, her bir hikayesini de ayrı ayrı çok beğendim. Bazı hikayeler daha uzun olsaymış dedirtti bana, adam da bunu dememi bekliyormuş ki kitabın arkasına şunu yazmış :

Kısa, iyimser hikayeler. Güneş her gün doğuyor, gerisini âşıklara sorun

Evet. Kısa hikayeler. Ve evet. Bana sorabilirsiniz mesela 🙂 Bana sorarsanız adamın yazıları çok eğlenceli, bana yer yer Mahalleden Arkadaşlar‘ı, bazen de Erken Kaybedenler‘i anımsattı. Etrafınızdaki arkadaşlar, mahalledeki teyzeler, karşı komşunun küçükken aşık olduğunuz üniversiteye giden kızı mesela. Hepsi kendi hayatınızdan samimi, komik ve ironi dolu kesitler. Sanırım 2017’ye süper bir yazar keşfederek girdim. Umarım daha uzun soluklu ve daha güzel kitapları en kısa zamanda yayımlanır. Heyecanla bekliyoruz Uğur Hocam!

Adamın Noğmal diye bir kitabı daha var. En yakın kitap siparişime onu da eklemeyi düşünüyorum. Alıntı olarak ise kitabın arka yazısını koyuyorum buraya. Hikayeler zaten kısa, açın okuyun, bir günde biter :

Yaklaşık yarım saat önce gönderdiği ekran görüntüsünde şarjının yüzde altmış dört olduğunu görmüş biri olarak, “Canım şarjım bitiyor, Ferruh beni eve bırakacak, sabah ararım” mesajına inanmamı bekliyor olmasına hayli içerlemiştim. Zaten öyle, “canım”lık “aşkım”lık bir durumumuz yok. Hissedilmeden, zırt pırt söylenmek suretiyle içi boşaltılmış, anlamını yitirmiş sözcükler bunlar. Lafügüzaf. İki kere çıkmışlığımız, bir kere sevişmişliğimiz var. Hepsi bu. İyi sevişiyor olmasının konumuzla bir ilgisi olmadığı için oralara girmiyorum. Ve fakat Yeliz’in Ferruh’la sevişebilme ihtimali aklıma gelince çıldıracak gibi oluyorum. Sevişir sevişir. Bana n’oluyor ki? Nasıl sevişir canım, olur mu öyle şey? Öyle her önüne gelenle yatılır mı? Acaba ona da “aşkım”, “canım” diyor mudur?

Bonus : Adamın bir de blogu var (!!!) : http://ugurmistacoglu.blogspot.com.tr/

Bonus 2 : bu da bir ropörtajı : Tıklayın

Lev Tolstoy / Hacı Murat (6/10)

İlk olarak, kitabın adını yanlış okumadınız. Ben bir iki yıl önce Hadji Murad ismini ilk duyduğumda da aynı tepkiyi vermiştim. Gerçekten de Tolstoy’un bir Çerkes mürşidinin hikayesini anlatıyor. Kitaba karşı nötr olduğumu söyleyebilirim. Sevdiğim ve sevmediğim yanları çok.

Hikaye genel olarak sanki dedenizin dedesi bir efsaneymiş de onun hayatını dinliyormuşsunuz gibi. Yani bir adam var, şunları şunları yapmış. Bir hikaye kurgusu pek yok, sonunda bir şey olacak diye beklemeyin, hikayenin doğru düzgün pek bir sonu yok. Bu yüzden Rus klasiklerine karşı olan önyargımı yine kıramadım. Sanırım tek sevgim Suç ve Ceza ile sınırlı kalacak. Savaş ve Barış’ı da bitirdiğimde bir rahatlama sezmiştim, bu kitapta o bile olmadı. Bunlar sevmediğim taraflar. Sevdiğim yönlere gelirsek :

Karakterler ve ruh halleri inanılmaz iyi. Kafanızda direk Hacı Murat figürünü canlandırabiliyorsunuz, ya da Çar Nikolay’ı resmedebiliyorsunuz. Özellikle bir Rus ağzından Tatarları, Kazakları ve Çerkesleri dinlemek, adamın sakalını sıvazlamasına, namazına, duasına ve söylediği türkülere kadar böylesine detaylı ve güzel anlatımını okumak ilginç oldu.

Köpek eşeğe et, eşek de köpeğe kuru ot sunmuş, ikisi de aç kalmış…

Ne yenilmez bir hayat çabası!” diye düşündüm, “insanoğlu her şeyi yenmiş, milyonlarca ot sapını yok etmiş, bu hâlâ direniyor!..

Çeşit çeşit çiçeklerden bir demet yaparak eve dönüyordum; bir hendekte, olağanüstü güzel, kırmızı renkte bir devedikeni gördüm: Bu, bizde “Tatar” denilen cinsten bir devedikeniydi. Otları biçenler ona pek dokunmamaya çalışır ama istemeden kopardıklarında, hemen onu ot yığınından alırlar, kimsenin eline batmasın diye bir kenara atarlar. Aklıma bu devedikenini koparıp çiçek demetinin ortasına koymak geldi. Hendeğin içine indim, çiçeğin ortasına yapışmış derin derin, tatlı tatlı uyuyan, üstü hafif tüylü bir yaban arısını kovdum, sonra çiçeği koparmaya çalıştım. Fakat bu çok zor bir işti. Elime mendil sardığım halde dikenlerin her yandan parmaklarıma batması bir yana, çiçeğin sapı o kadar sağlamdı ki, onunla beş dakika kadar uğraştım durdum. Sonunda sapın liflerini teker teker koparmak zorunda kaldım. Güç bela çiçeği kopardığımda sap artık lime lime olmuştu, çiçeğin kendisi de, o kaba, hantal yapısı ile demetteki incecik, narin çiçeklere hiç uymuyordu. Yerindeyken pek güzel olan çiçeği ziyan ettiğime pişman oldum. Onu yere attım. Sonra çiçeği koparmak için harcadığım çabayı hatırlayarak “Ne kadar büyük bir gücü, ne kadar büyük bir yaşama isteği vardı!.. Canını kurtarmak için nasıl da çabalıyordu!.. Hayatını ne kadar pahalıya mal etti!” diye düşündüm.

Bonus : Kitap ile hiçbir alakası yok, fakat Murat 131’e neden Hacı Murat denildiğini biliyor muydunuz?

Bu ay ucu ucuna da olsa 3 kitap bitirebildim. Her gün 10 sayfa okuma zincirimi bir gün olsun kırmadım. Fakat bundan sonra klasik okumaya uzun bir süre ara veriyorum. Yeni kitaplar aldım. Sapiens bunlardan biri, Behzat Ç. bir diğeri. Kütüphanemde de epeydir beni bekleyen onlarca kitap var. Yazılmayı bekleyen hikayeler de var. Geçen ay bir yıldır sabırsızlıkla beklediğim Ankara Kitap Fuarı vardı. Fuar olarak yine zayıftı, sahaflar kısmı daha da azaltılmıştı bu sefer. Hediyelik eşyalar hemen hemen geçen seneki ile aynıydı. Fakat benim için unutulmaz, efsane bir gün oldu diyebilirim. Kartpostal koleksiyonuma çok değerli parçalar kattım. Kitaplığıma yeni kitaplar, masama yeni bir takvim, hayatıma da yeni bir insan kattım. Hayatınızda bazı günler dönüm noktası oluyor demiştim geçen yazımda, bu fuar da benim için bir dönüm noktası olmuş olabilir. Sanki okuduğum her cümle daha anlamlı, yazdığım her kelime için şimdiye kadar tanıştığım insanların, okuduğum kitapların etkisi varmış gibi.

Leave a Reply

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.