Bazen modern bir hapishanede yaşıyoruz izlenimine kapılıyorum. Genellikle işe metro ile geldiğim günlerde oluyor bu. Sanki koskocaman bir hapishanedeyiz, mahkum muyuz bilmiyorum da bazı yerlere erişim izinimiz var, bazı yerlere erişim iznimiz yok. Otobüse binerken kart okutmak zorundayım, inince yine metroda yine aynı kart. Sonra ODTÜ Teknokent kartımı okutarak metrodan ODTÜ sınırlarına girebilirim. Şirket kartımı okutarak binaya girebilirim. Yanımda banka kartları, nüfus cüzdanı vs. hariç sabah çalışmam gereken yere girebilmek için minimum 3 kart taşımam gerekiyor. Bunu 50 sene önce köyde dedeme anlatsalardı, ardından “ütopya/distopya nedir?” gibi bir açıklamaya girişmeleri gerekirdi.
Bu hislerin başlangıcı Kaçkar’da kamp ile birlikte geldi bana. Kamptan sonraki ilk iş günümde nizamiyedeki RFID’li kapı, bekleyip bagaj kontrolü yapan güvenlikçiler o kadar saçma gelmişti ki. Neden böyle bir iş tanımı var diye düşündüm. Eternal Sunshine of the Spotless Mind’da şöyle bir sahne vardı :
“Böyle bir iş olmalı, bu tarz renk isimleri bulan.” Green Revolution. Kapıda bagaj kontrolü yapmak zorunda olan insanların işinden daha mantıklı bir işmiş gibi geliyor bana. Bilkent yurt çimlerine uzanmak için kimlik gösterip sticker okutMAmak lazım sanki. Sanki uzak dönemlerin tuhaf bakışlarla okuyacağı bir distopyada gibiyiz. Clementine’ın “Green Revolution” isimli rengini duysa hükümet; sıkıntılı bir durum, bu günlerde çok manidar bir film diyebilir.
Tasarımsal meslekler daha güzel. Kaşık yapmak mesela. Kafamda kısa bir ütopik hikaye başlangıcı var. Herkesin kaşıklarını cebinde taşıdığı bir evren. Şöyle düşünün, başka birinin diş fırçasını kullanmak nasıl bir his ? Bu satırı okurken yüzünüzü buruşturmuş olmanız lazım. E kaşık? O da son derece kişisel/mahrem bir araç değil mi ? Neden herkesin cebinde, özel süslü kutuları olan kaşıklar olmasın? Misafirliğe gidince çantalarından özenle kutuyu çıkarıp, silip sonra kendi kaşıkları ile yedikleri? Ooo Çetin bey kaşığınız yeni herhalde? Daha önce görmedim. Evet efendim, geçen ay yeniledim, eskisi çok çizilmişti. Bu model 1950’lerin Türkiye’sini de andırıyor, Paşabahçe’nin nostalji serisinden. Böyle saçma hikayeler geliyor işte bazen. Kaşıkmış … İnsanların evlerinde “misafir havlusu” gibi “misafir kaşığı” tuttukları kaşıklar. Evet, “Misafir Yemek Takımı” diye bir şey var, ama kafamdaki tam olarak o değil. Bu olay çok daha derin bir mevzu, statü belirleyen bir şey. Çok daha kişisel bir mesele. Tabldotçuya gidip de oradaki kaşıktan yiyemezsiniz bu evrende, kimse yemeye cesaret edemez. Çünkü başkasının fırçasıyla diş fırçalamak gibi bir şey olurdu bu.
Kaşık yerine cebimde zilyon tane giriş kartı taşıyorum. Aynı bu saçma hikayeler, ütopyalar yerine kod yazmak gibi bir şey bu.
Bugün tam da yine mekanik dişli sistemi içinde ezildiğimi hisettiğim bir gündü ki karşıma çıktı yazın. Kalemine sağlık dostum.
mekanik değil psikolojiktir o, mekanik olsa duramazsın 🙂