Sezen Ünlüönen / Kıymetli Şeylerin Tanzimi ( 9.5/10 )
Çok sevdim. Şimdiye kadar Furkan’ın önerdiği ve beğenmediğim bir yemek veya bir kitap olmadı. Yine şaşırtmadı, buçukla da olsa tam aldı benden.
Uzun zamandır böyle tatlı bir kitap okumamıştım. Öncelikle kitap nedir :
Alışılmış bıkkınlıklar, küçük ve sıradan kıyıcılıklar, avuntular, fısıltılara kananlar… Kıymetli Şeylerin Tanzimi, bir aile tarihi, soluk ve pırpır eden bir ışığın altında geçen hayat muhasebesi… Sezen Ünlüönen duman gibi hafif, merakla ve sessizce geziniyor evin içinde…
Konusu çok iyi. Kurgusu çok iyi. Anlatım çok iyi. “Sonraki kitabı çıksın da hemen alayım” listesine giren bir yazar : Sezen Ünlüönen. Veeee yazarın ilk kitabı. Kitap aslında sıradan bir aileyi, hepimizin etrafında olan insanları anlatıyor. Kitaptaki gelin, kaynana, yenge vs. o kadar gerçekçi ki birazdan kapıdan girivereceklermiş gibi. Karakter geçişleri çok akıcı.
Yarım puanı sonundan kırdım, Gülendam’ın hikaye biraz lüzumsuz uzatılmış gibi geldi. Ve sade, biraz fazla sade. Yine de okuyun.
“Herkesin farklılaşmak için aklına gelen şey aynıydı.“
“Aile sevgi üretmek için bir araya gelmiş insanların durmadan hayal kırıklığı, fedakârlık, başa kakış ve öfke, ve ev işi ürettiği yerdir.“
“Sonra insanlar evlenir. Bir yuva kurarlar. Yavaş yavaş tahammül etme güçleri biter. Affetme kudretleri de. Herkes yapılan fedakarlıkların acısını birbirinin ümüğüne çökerek çıkarır.“
“Arzunun izahı ahmaklıkta yatar“
“Erkeklerin düşünmesi yeter. Kadınların düşünmesi yetmez. Kadınlar ‘ Bugün temizlik yapacaktım da, sana layık bir temizlik olmayacak diye vazgeçtim ‘ diyemez. Arabasının motorunun filanca özelliğini diğer arabaların motorunun filanca özelliği ile yarım saat boyunca çizelgeli karşılaştırabilen adamlar evlendikleri günün tarihini akıllarında tutamazlar.“
“Yavaş yavaş, tadını çıkara çıkara, güneşte esneyen bir kedi gibi acelesiz tecrübe edilmesi gereken şeyler vardır.“
İnsanlar anlaşılır bir durumdan öbürüne ilerleyerek (ya da anlaşılır durumlar arasında dolanıp durarak mı demeli) ömürlerini bitiriyorlardı ne de olsa. Anlaşılır ve beklendik durumların kalp kırıklığı, öfke yahut üzüntü yaratması ise insanlık hallerinin yine kaçınılmaz, fakat hazin bir başka yanıydı.
Hasan Ali Toptaş / Kuşlar Yasına Gider ( 8/10 )
Hasan Ali Toptaş’ın okuduğum ilk kitabı. O yüzden biraz da torpil geçerek not verdim. Biraz kasvetli bir hikayeydi. Kitap Ankara ile Denizli arasında gidip gelen bir oğulla babasının ilişkisi üzerine. Beni vuran noktalar :
- Denizlili olmam. Ankara’da yaşamam. +100 puan.
- Sürekli türkülere, Çekiç Ali’ye, Muharrem Ertaş’a, Neşet Ertaş’a, Hacı Taşan’a yapılan atıflar.
- Ana karakterin gittiği yolu yüz bin kere gitmiş olmam.
Beni boğan noktalara gelirsek. Kitapta çok tekrar var ve biraz ağır ilerleyen bir hikaye. Dil süper sade, betimlemeler çok güzel. Ecel atının tekrar tekrar anlatılması beni biraz baydı sadece. Öte yandan babanın veya annenin (Denizli’nin Çal ilçesinde yaşayan babanın veya annenin) mükemmel Türkçe konuşmaları, tek Ege şivesinin “Len Müslüman” olması eksik kalmış. Len bizim gıııız needip durun(g) ? Böyle şeyler olması lazımdı. Bir gari olması lazımdı. Daha fazla Ege şivesi olsa mükemmel olurmuş, bir puan daha verirdim.
Darmadağın edici kısmı ise, muhtemelen 5-10 yıl sonra olacakları (anne babanız yaşlandığında) çatır çatır önünüze seriyor yazar.
“Bazı canlıları yara öldürmüyor, muhatapsız kalmak öldürüyor”
“Böylece ben türkülerin içinde ilerledim saatlerce, türküleri tırmanıp türkülerden indim, türkülerden geçtim, türkülerde mola verip türkülerden hareket ettim”
“Eğilip doğrulan insanları, kürek seslerini, toprağın kokusunu ve mezar taşlarının ağartısını buzlucamın gerisinden görüyormuş gibiydim orada ağlarken. Dünya gözyaşlarımın içindeydi artık, dünya bulanıktı, dünya ıslaktı ve dünya kalın uğultular eşliğinde, etrafa buğular saçarak , hafif hafif titriyordu.”
“Çünkü diye devam etti babam:Hırs atına binenler, çoku kez ne vakit düştükleri anlayamazlar”
“İçimden kalkıp babama sarılmak geçti aslında ama yapamadım bunu, baktım sadece. O da bana baktı gözlerini hiç kırpmadan. O an, birbirimize bakışlarımızla sarıldık sanki.”
Brandon Sanderson / Sissoylu (1) – Son İmparatorluk ( 9/10 )
Brandon Sanderson / Sissoylu (2) – Kuşatma ( 9/10 )
Brandon Sanderson / Sissoylu (3) – Çağların Kahramanı ( 10/10 )
Fantastik kurgu, distopya, Preservation, Ruin, iyinin ve kötünün süregelen kavgası, bu süreçte bir takım güçleri olan Mistborn/Sissoylu olan insanlar.
Bence kesinlikle sinemaya dökülmesi gereken bir hikayeydi ilk üçleme. Yazar bütünüyle kafanızda sahneleri canlandırmayı başarmış. Bütün metallerin yakım süreçleri, savaş sahneleri, karakterlerin iç dünyası… Hepsi de inanılmaz sade ve canlı biçimde betimlenmiş. Bence çok iyiydi. Her kitabın ayrı bir hikayeyi işlemesi ve hepsinin aslında bir bütünün parçası olması da mükemmeldi.
Bence yazar gerçekten çok iyi iş çıkarmış. Fantastik kitaplar listemde en üst sıralara yükselmiş bulunuyor Sissoylu. (Hala Kvoethe >> Kelsier >> Vin !)
Karakterlerin iç dünyası müthiş güzel anlatılmış. Direk adam ne hissediyor ne yaşıyorsa birebir siz de kendi iç dünyanızda onu yaşıyorsunuz. Vin’in kendine olan güvensizliği kadar Kelsier’in çatırdamaz özgüveni, Elend’in kitaplar boyunca değişimi, Lord Ruler’ın hikayenin bütününde neler yaptığı / yapamadığı … Hepsi birbirinden güzel.
Ne yazsam spoiler olacak. Sonu şaşırttı ve mutlu etti.
Serinin tümünü ingilizce Kindle üzerinden okudum. İngilizcesi de gayet anlaşılır, sade, okunabilir. Mesela Malazan Book of Fallen’a başladım, onun İngilizcesi bana fazla geldi.
Bir zamanlar, dünyayı kurtarmak için bir kahraman ortaya çıkmıştı. Gizemli bir kalıtıma sahip, diyarların üstüne çöken karanlığa karşı cesurca meydan okuyan bir genç adam.
Yenik düştü.
O zamandan bu yana bin yıl geçti ve dünya, Lord Hükümdar olarak bilinen ölümsüz imparator tarafından yönetilen, kül ve sisten oluşan bir çölden başka bir şey değil. Üstelik bin yıldır bütün ayaklanmalar ağır bir hüsranla sonuçlandı.
Ancak her nasılsa umut ölmüyor. İmparatorluğun ve hatta Lord Hükümdar’ın bile sonunu getirmenin hayalini kurmaya cesaret edebilen bir umut. Planlanmakta olan yeni bir tür isyan var; tarihin en büyük soygununun etrafında inşa edilmekte olan bir isyan, dâhi bir hırsızın kurnazlığına ve beklenmedik bir kahramanın, bir sokak çocuğunun kararlılığına dayanan bir isyan.
Gecenin sahibi sisler.
Dünyanın sahibi ise Lord Hükümdar.
Fantastik seviyorsanız bayıla bayıla okursunuz, sevmiyorsanız da okuyun. Bu yıl içerisinde diğer 3’lemeyi (bu kitaplardan 100 yıl sonra geçiyor) de bitirmeyi hedefliyorum.
Yine şurada detaylı güzel bir incelemsi mevcut :
Spoiler içermiyor ama bence kitaplardan sonra bu incelemeyi okuyun.
The right belief is like a good cloak, I think. If it fits you well, it keeps you warm and safe. The wrong fit, however, can suffocate.
“For nothing is truly complete until the day it is finally destroyed.”
“A man is what he has passion about,” Breeze said. “I’ve found that if you give up what you want most for what you think you should want more, you’ll just end up miserable.”
“If men read these words, let them know that power is a heavy burden. Seek not to be bound by its chains.”
“But you can’t kill me, Lord Tyrant. I represent that one thing you’ve never been able to kill, no matter how hard you try. I am hope.”
Hector Garcia / Ikigai ( 7/10 )
Hygge, Lykke ve Ikigai’yi üstüste okumak hayatta insana bazı kararları sorgulatıyor, ne yediğini ne içtiğini düşündürtüyor. Ikigai diğer iki kitaba göre biraz daha pratik ve somut. En azından dünyadan örneklerle uzun yaşayanlar neleri değişik yapmışlar örnekleriyle anlatmış. Daha bir hayata uygulanabilir. Kitabı okuduktan sonra ToDo listemi güncelledim. Popüler olmuş herkesin elinde gördüğünüz kitaplara gıcık oluyorsanız muhtemelen bunu okumayacaksınız. Fakat bence fena değildi. Kitabın ismi şuradan geliyor :
Japonca “iki”; yaşam, hayat anlamına gelirken, “gai”; etki, sebep, yarar anlamına geliyor . Bu iki küçük kelimenin birleşiminden ortaya “yaşama sebebi” anlamı çıkıyor. Yaşama sebebi olarak çevirisi yapılan ikigai kelimesini Japonlar “sabah uyandığınızda sizi yataktan çıkaran şey” diye çeviriyor.
Klasik kişisel gelişim kitapları gibi “şunu yapın” “insanlara şöyle yaklaşın şöyle sonuçlar elde edin” gibi değil. Dili biraz bu yöne yatkın, fakat okutturuyor kitap. Kafa naklinin konuşulmaya başlandığı, insan hafızasının yedeklenebilirliğinin tartışıldığı şu günlerde 100 yaşına kadar yaşayan insanların hikayelerini dinlemek ayrı bir tat verdi.
Yaşamak için nedeni olan herkes, her türlü nasıla katlanır.
Defalarca ne yapıyorsak oyuz.
Bu yüzden mükemmellik bir eylem değil, alışkanlıktır.Yedi kez düş, sekiz kez kalk
Konu sana ne olduğu değil, buna nasıl tepki verdiğindir
Zamanın akıp geçmesi, her şeyin geçici olduğunu gösterir. Eğer net bir ikigainiz varsa, her anınız neredeyse sonsuz olasılıklar barındırır.
Yaşamdaki mutluluğun ana şartları:
Yapılacak bir şey,sevilecek biri,ve umut edilecek bir şeyHayat çözülmesi gereken bir sorun değildir. Sadece etrafınızda sizi seven insanlar olsun ve sevdiğiniz şeylerle meşgul olun
Mutluluk sonuçta değil, süreçtedir
Telaşı arkanızda bıraktığınızda, yaşam ve zaman yeni bir anlam kazanır
Acele etmezseniz çok daha uzun yaşarsınız.
ichi-go ichi-e: “Şu anda bir tek bu an var ve bir daha gelmeyecek
Elinizi sıcak bir sobanın üzerine koyduğunuzda bir dakika bir saat gibi geçer. Hoş bir kızla geçirdiğiniz bir saat ise bir dakika gibi geçer. İşte bu izafiyettir.
Midenin yüzde 80 ini doldur
Meik Wiking / Lykke ( 9/10 )
Ciltli kitaplara karşı zaafım var, bu sebepten bir puan fazla vermiş olma ihtimalim yüksek. Kitap gerçekten çok iyiydi. Okurken bile mutlu oluyorsunuz. Ve kafanızda oluşan soru işaretlerinin cevabı bir sonraki sayfada var. E elin Danimarkalısı tabii oralarda mutlu olur! diyorsunuz, adamın aslında anlatmak istediği oradaki yaşam standardının yüksekliği değil. Madde madde neden mutlu olduklarını anlatmış. Yine kitaptan kendi hayatınıza uygulayabileceğiniz örnekler dermeniz mümkün.
Zaman zaman “Ulan ne biçim ülkede yaşıyoruz!” hissine kapılıyorsunuz, aldırmayın. Yakın bir mum. Geçin bacası kapanmış aslında hiçbir zaman yakamayacağınız şöminenin karşısına, alın elinize bir taze çekilmemiş, az önce bizzat elinizle karıştırılmış Nescafe ikisi birarada. Tamam.
Bence okunması gerekenler listesinde en tepelerde bir kitap.
Collect memories, not things
Bir şeye ne kadar çok sahip olursak o şeyden alacağımız mutluluk o kadar azalır.
Diğer insanlara yüksek düzeyde güven duyduğunu ifade eden insanların yüzdesi : Danimarka % 89 , Norveç % 88 , Finlandiya %86 , Hollanda %80 , Türkiye %24
” Şöyle bir Çin atasözü vardır : ” Bir saatlik mutluluk istiyorsan şekerleme yap. Bir günlük mutluluk istiyorsan balığa çık. Bir yıllık mutluluk istiyorsan büyük bir mirasa kon . Ömürlük mutluluk istiyorsan bir başkasına yardım et. ”
Dört sene önce bir tren beş dakika gecikti.Yolculardan her birine telafi olarak başbakandan bir özür mektubu ve kendi seçtikleri bir tasarım sandalye sunuldu.
Meik Wiking / Hygge ( 6/10 )
Hygge kelime olarak “well-being” gibi tanımlanabilir. Tam da değil aslında. Türkçe bir karşılığı yok, İngilizce bile yok. Sizi mutlu eden şeylerin genel toplamı diyebiliriz belki. Kitabı okuyalı epey uzun zaman oldu, o yüzden çok net örnekler sunamayacağım, fakat tatlı bir mum ışığında soğuk bir kış günü sıcak battaniyenizin altında çayınızı yudumlamak bir Hygge (Hüyügge diye okunuyor). Esasen Norveççe bir kelime fakat Danimarkalılar bunu“Danimarkalıların iyi yaşama tarzı” şeklinde kültürlerine entegre etmişler. Hygge bir kültür, ve bu kültüre nasıl katılırsınız, kendi Hygge’nizi nasıl oluşturursunuz (evin ışığından yürüdüğünüz yola kadar) onunla ilgili. Lykke’den farklı olarak, çok çok çok fazla Danimarka kültürü içeriyor. O yüzden biraz baydı beni.
Bir de bunların devamı gibi olan İsveçlilerin Lagom kitabı var. Onu okumadım henüz.
James Dashner / Labirent – The Maze Runner ( 7/10 )
Kitapların üçünü de okuyacaktım, fakat ilkini okuduktan sonra baydı. İlk kitabı okuyup üç filmi ardarda izledim. Bence ilk kitaptan sonrası tırt. İlk kitap da, 6.5 üzerinden 7 aldı benden.
Birinci kitap, film bence gayet iyi. Fakat seriyi bir bütün olarak değerlendirirsek, benim beklentimi karşılayamadı. İlk kitaptaki o müthiş sürükleyicilik, heyecan sonraki kısımlarda kendini bi “e hadi artık nedenmiş deney? ne olacaksa olsun bitsin” e getiriyor. Biraz bitsin artık diyerek izlemeye başladım.
“You are the shuckiest shuck faced shuck in the world!”
“Just follow me and run like your life depends on it. Because it does.”
Stefan Zweig / Satranç ( 6/10 )
Sıradaki iki kitabı sesli kitap olarak “dinledim”. Eve yeni taşındığımız ve ıvır zıvır bir ton işin olduğu bir haftasonu bittiler. Sesli kitap olayı fena değil, arabada ya da bir iş yaparken (bulaşık yıkarken, eşyaları düzenlerken vs.) güzel bir paralel işleme olayı aslında. Kitapları seslendirenler de fena değildi. Sebebini bilmiyorum ama sesli kitap olayının pek bana göre olmadığına karar verdim. Uygulama olarak Storytel’in deneme sürümünü kullandım. Kitapları offline olarak indirebiliyorsunuz.
Satranç kitabı bana biraz amaçsız geldi. Ee diyerek bitirdim. Belki de okumadığım ve “dinlediğim” için olabilir. Herkes acayip beğenmiş, hayatımda okuduğum en güzel kitap filan diyenler var. Evet hapishane anıları epey ilginçti. Hikaye de güzel kısaydı ama muhtemelen benim beklentim çok fazlaydı.
Zülfü Livaneli / Huzursuzluk (5/10)
Zülfü Livaneli’ye gelirsek, bunaldım resmen dinlerken. Tamam anladık çok çektiler Ezidiler, Melek Tavus, Suriyeliler vs. Ama bunu yüz milyon kere tekrarlamanın okuyucuya daha çok “vah vah” dedirteceğini sanmıyorum. Melek Naz’ın hikayesi hikayesi çok iç burkucu, ama Angelina Jolie kısımları, baş kahramanın çocukluğu ile ilgili çok yüzeysel ve diğer karakterlerin derinliğini yansıtamyan bağlantılar beni çok sarmadı. Yazarın sürekli beyaz yakalılar şöyle kötü, böyle yapay, eski karım da şöyle söylemleri de gıcık etti beni. Şimdiye kadar beğenmediğim ilk Livaneli kitabı oldu bu. Eğer beğendiğiniz, şöyle süper böyle iyi dediğiniz sesli kitap varsa, dinleyebilirim. Bir şans daha verme taraftarıyım.
Harese nedir, bilir misin oğlum?
Arapça eski bir kelimedir.
Bildiğin o hırs, haris, ihtiras, muhteris sözleri buradan türemiştir.
Harese şudur evladım:
Develere çöl gemileri derler bilirsin, bu mübarek hayvan
üç hafta yemeden içmeden, aç susuz çölde yürür de yürür;
o kadar dayanıklıdır yani.
Ama bunların çölde çok sevdikleri bir diken vardır.
Gördükleri yerde o dikeni koparır çiğnemeye başlarlar.Keskin diken devenin ağzında yaralar açar,
o yaralardan kan akmaya başlar.
Tuzlu kan dikenle karışınca bu tat devenin daha çok hoşuna gider.
Böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına
doyamaz ve engel olunmazsa kan kaybından ölür deve.
Bunun adı haresedir.
Demin de söyledim, hırs, ihtiras, haris gibi kelimeler buradan gelir.
Bütün Ortadoğu’nun âdeti budur oğlum, boyunca birbirini öldürür
ama aslında kendini öldürdüğünü anlamaz.
Kendi kanının tadından sarhoş olur.
Sezgin Kaymaz / Farfara ( 7.5/10 )
Sezgin Kaymaz’ın ilk okuduğum romanı. Kitap bayağı eğlenceliydi. Hatta şöyle söyleyeyim, hayvanları seven ama uzaktan seven ben bile bir ara “köpek mi alsam?” diye düşündüm.
Mücella Hanım’ın iç konuşmaları çok uzundu, gözümle tarayarak hızlı hızlı okuduğum yerler oldu.
Kemalettin’in sürekli Buse ile aksiyona girme çabaları güldürdü. Kahkaha bile attırdı.
Şirin’in veya Luki’nin iç konuşmaları ise çok çok eğlenceliydi. Şirin’i okurken hep Yıldız Tilbe sesi canlandı kafamda nedense. (Cümlelerin “Valla” ile bitmesinden olabilir). Kitapta sonuç olarak herkes (ve epeyce kalabalık bir karakter listesi var) her şey hakkında epeyce konuşuyor. Fakat bilmeyenler için söyleyeyim: Farfara da çok konuşan / gürültücü demek.
“Kimi dürülü kimi bükülü kimi serili, boklu sidikli gazetelerin arasından manevra yapa yapa, maceradan sırra, aşktan ölüme, hayattan hayata bir roman: farfara”
Kitabın Ankara’da geçiyor olması ise +1 puan kazandırdı. Öncelikle şunu söyleyeyim, ilk 100 sayfayı okumak için biraz zorlamanız lazım kendinizi. Hikayenin nereye gideceğini, Mücella Hanım ile köpeklerin bağlantısını filan kuramıyorsunuz başlangıçta. Ama devamını güzel bağlamış yazar. Sevdim. Tekrar okumam.
Okuduktan sonra kitap hakkında yazılanlara bakarken farkettim ki aslında bu bir devam kitabıymış. Lucky adlı bir romanın devamıymış. Onu okursanız iki kat keyif alabilirmişsiniz. Dipnot : Genelev’dekilerin küfürler efsaneydi hakikaten.
Bazıları ne aradığı öğrenirse aradığını bulur, bazıları aradığını bulursa ne aradığını öğrenir. Bilmiyordu Tarkan; bulunca öğrenmişti.
Hisarlı Ahmet der ki dünya dedikleri bir gölgeliktir.
Hıçkırdı içine
Yazarın şöyle bir ropörtajı var, eğer okumak isterseniz buraya bırakıyorum : https://selinbabila.blogspot.com/2017/03/sezgin-kaymazn-yeni-roman-farfara-ve.html